Devletin tepesinden, bin küsur odalı Saray’dan “hayat pahalılığı”, “fahiş zamlar” lafları yükseliyor. RTE, “hayat pahalılığının farkındayız” buyuruyor, “fahiş zamlarla mücadele edilecek” diyor! Sanki tüm mesele kerameti kendinden menkul birilerinin keyfi olarak “fırsatçılık yapması” imiş gibi!

Hiç kuşku yok, her daim “gözü açıklar” çıkar piyasaya. Hızla köşeyi dönmek, çokça kar elde etmek ister. İyi ama, şartlar onlara bu fırsatı sunmasa, kim ne yapabilir ki! Düzenin kendisi, tüm bu çarklar, özel mülkiyet üzerine kurulu değil mi? Adına “serbest piyasa” dedikleri şey, tam da bunu yaratmıyor mu? Toplumun bir ucunda mutlu bir azınlık için devasa bir servet, toplumun geneli için ise dayanılmaz bir sefalet üretmek kapitalizmin değişmez yasası değil mi?

Fahiş zamlar... Hayat pahalılığı... Nedir “hayat pahalılığı”?

Hayat pahalılığı, toplumun büyük bir kesimini oluşturan emekçilerin açlık ve yokluk çukuruna yuvarlanmasından başka bir şey değildir. Çöplerden ekmek toplanması, akşamları pazar yerlerinde atık sebze ve meyvelerden haftalık yiyeceklerinin çıkarılması çabasıdır. İşsizliktir. Çocukların aç gözleriyle gün gün, saat saat bir ömür geçirmektir!

Bunu hiçbir burjuva, sırça köşklerinde yaşayan hiçbir zengin anlayamaz. Hayal bile edemez böylesine korkunç bir yaşamı. İnanılmaz bir savurganlık ve şatafat içinde yaşayan, gününü gün eden, ultra lüks tüketimi “varoluş tarzı” haline getiren bir avuç azınlık için söz konusu değil böyle bir şey elbette. Saraylar, korunaklı villalar, yalıtık rezidanslar için değildir “hayat pahalılığı”.

Öyleyse neden “fahiş fiyatlar” lakırdısı yükseliyor saraylardan? Daha dün, bizzat Saray’ın başındaki zat değil miydi “bizim zamanımızda grevler engellendi” diyerek böbürlenen?

Fahiş fiyat, hayat pahalılığı, geçim derdi... kapitalist düzende emekçi yığınların yaşamlarının değişmez parçasıdır. Ama gün gelir, emekçi yaşamlar artık çekilmez hal alır. Yaşamın kendisi artık ağır bir yük halini alır. İsyan vaktidir, ayağa kalkma vaktidir.

İşte Saray’larda yaşayanları böyle konuşmaya, “fahiş fiyatları” dillerine dolamaya iten, sanki tüm yaşananların sorumluları “bir takım fırsatçılar”mış gibi birilerini hedef göstermeye zorlayan budur. Yolun sonuna geldiklerini apaçık görüyor olmalarıdır. Kapıldıkları dehşetli korkudur!

Korkuyorlar. Bu korkunç yokluğun, bu dayanılmaz sefaletin milyonlarca emekçiyi bir uçurumun kenarına getirdiğini çok iyi biliyorlar. Hiçbir yalan, hiçbir propaganda değiştiremez bu gerçeği. O devasa medya gücü kar etmez emekçilerin bizzat etlerinde hissettikleri bu dehşetli yokluğa.

Bu dehşetli korku yüzünden bir yandan yalan üstüne yalan söylüyorlar. Söyledikleri yalanların iler tutar yanı kalmamacasına hem de. Diğer yandan azgınca saldırıyorlar. Korkutmak için, sindirmek için, susturmak için, boyun eğdirmek için...

Grev yapan işçilere silahla saldırıyorlar. Üç kuruş kazanıp karnını doyurmak için yerinden yurdundan kopup gelen mevsimlik Kürt işçilere vahşice saldırıyorlar. Sınır ötelerinde acımasız suikastlar düzenliyorlar. Her eyleme yasak, her gösteriye saldırı! Baskı, soruşturma, tutuklama... Tek yapabildikleri öldürmek; tek düşünebildikleri emekçileri sindirmek!

Artık “günlük maişet derdinin”, “hayat gailesinin” geldiği nokta, bütün bir emekçi sınıfın varlık yokluk noktasıdır. Kapitalist toplumun çelişkileri, işçi sınıfı ve ezilen halkları bir toplumsal devrimin eşiğine getirmiştir. Bu aşamadan sonra “hayat pahalılığı” ile mücadele demek, ordu ve polisiyle, yargı ve bürokrasisi ile burjuva egemenlik aygıtını havaya uçurmak demektir.

Emekçi sınıfların durumlarında kalıcı bir iyileştirme yapmak isteyen herkes bu bilinçle kavgaya soyunmalıdır. Artık orta yol yok. Ya biz, ya onlar; ya devrim ya ölüm!