Dünyamız dev bir canlı organizma. İnsan türü de bu organizmanın bir parçası. Yani hepimiz birbirimize sıkı sıkıya bağlıyız. Birimizin başına gelen, hepimizi domino taşlarının yıkılışı gibi etkiler.
Virüsler, bakteriler, mantarlar ve diğer mikro canlılar dünya organizmasının makro canlılarından daha büyük bir alanı kaplar. Tıpkı böcekler dünyasının kapladığı gibi. Tüm bu organizma birbirini besleyerek, yok ederek sürekli bir değişim yaşar. Dünyamızın bin yıl öncesi organik yapısıyla, bugününün aynı olmadığı gibi fiziki yapısı da depremler, suyun hareketi, rüzgarlar, gök hareketleri vb nedenlerle sürekli bir değişim içindedir.
Dünyanın canlı ya da cansız dokusuna her müdahale bu süreçleri hızlandırır ya da zarar verir. Tek bir insan vücudu gibi düşünelim. Palm yağı üretimi ya da şehirleşme gibi nedenlerle kesilen milyarlarca ağaç, bir insanın akciğerinin bir kısmını kesip almanız gibidir. Doğaya kontrolsüzce saldığımız plastikler, kimyasallar, elektromanyetik dalgalar vb. kanser vakalarının artışına, tüm organizmanın yıkıma uğramasına neden olur.
Araştırmalara göre “insanın ayak izi” denilen doğaya tür olarak etkimiz, son yirmi yılda binyıllar içinde olduğundan kat kat artmış durumda. Yani aşırı üretim hırsı dünyayı, dolayısıyla tüm vücudumuzu sürekli yakıyor, yıkıyor, parçalıyor. “Sağlıklı yaşam kılavuzları” bu devasa saldırıda trajikomik bir çaba olarak kalıyor.
Konumuza gelirsek; virüsler, bakteriler gibi mikro canlılar daha büyük organizmalar içinde yaşıyor ve onun temel dokusunu oluşturuyorlar. Bildiklerimize bir de yeni bulunan nanobakteriler yani onların da alt grupları eklendi. Bunların bir türünün başka bir tür organizmalar zincirinde olağandan fazla yayılmasına salgın diyoruz. Salgınlar sadece insanlar içinde değil, diğer tüm büyük canlılar içinde de olageliyor.
Tüm bu canlı dünyası -tesadüfi ya da suni- çeşitli etkenlerle mutasyon yaşıyor, zaman içinde değişime uğruyor, evrimleşiyor. Konumuz olan virüslerden örnek verelim; “Günde 10.000 defa bölünebilen bir virüste tek bir gün içerisinde 10-100 milyon mutasyon meydana gelebilir. Bu da virüslerin aşırı hızlı evrim geçirebilmesinin nedenini açıklamaktadır.”
Bildiğimiz bir şey daha var, daha önce de yazmıştık, bilim insanları bu mutasyonu laboratuvar ortamında hızlandırabiliyor, suni olarak virüslere yetenek kazandırabiliyorlar. Sınırlı ortamda yapılan her bir müdahale bilimsel gelişim, geleceğe hazırlanma için her ne kadar gerekli ise, bu gücün çeşitli ekonomik-politik çıkarlara kullanılması da o kadar tehlikeli.
Peki, insan türü olarak tüm bu hareketin diyalektiği içinde hayatta kalabilirliğimizi, sağlıklı bir hayat sürebilmemizi sağlamak için neler yapmalıyız.
Organik dünyanın bir parçası olduğumuzu unutmamalıyız. Ona yaptığımız her etki bize kesinlikle tepki olarak dönecektir.
Depremler, salgınlar ya da tüm doğal hareketler karşısında hazırlıklı olacak kadar bilgi birikimimiz ve malzememiz var. İşçi sınıfı ve emekçilerin bugüne kadar ürettiği devasa birikim, insan türünün güvenli bir biçimde yaşaması için bize sonsuz olanaklar sağlıyor. Sadece bilimsel birikim ya da fiziki olanakların toplumun tüm kesimlerine ulaşacak şekilde organize edildiği bir sisteme ihtiyacımız var.
Şu anda yaşadığımız panik ortam, bu salgının önce yükselip sonra düşecek olan doğal bir salgın mı olduğu hakkındaki şüphelerimizden kaynaklanıyor. Zira İnfluenza yani grip virüsü kış aylarında doğal olarak nükseder. Hasta, yaşlı ve zayıf durumda olanlarımızı olumsuz etkiler. Salgın ya da afetlerde ilk yapılması gerekenin “toplumu sağlıklı olarak bilgilendirmek” olduğunu tüm literatürler yazar. Ancak birkaç tekelin çıkar çatışmaları ve toplumun haklı güvensizliği bilgiye ulaşmamızı engelliyor.
Tıp bilimi salgın önleme ve yönetme konusunda oldukça geniş bilgi birikimine ulaşmış durumda. Ancak geniş kesimler bu bilgiden yoksun ve ne yapacakları konusunda bir örgütlülüğün parçası değiller. Bu durum da salgının kontrolsüzce yayılmasına neden oluyor. Tabii ki bundan ilaç şirketleri memnun, bu memnuniyet de şüphe uyandırıyor ama bunu daha önceki yazımızda anlatmıştık.
Olanaklar toplumun tüm kesimlerine yayıldığında afet ve salgınlar hakkında bilgi almamız, onlara karşı önlemler almamız, zararları minimale indirme şansımız olacaktır. Çin’de başlayan Coronovirüs salgınında temas ve karantina önlemleri bu kadar hızlı alınmasaydı, virüsün daha hızlı ve daha geniş alana yayılabileceğini söyleyebilirdik.
Daha önce yaşadığımız salgınlarda, afetlerde olduğu gibi Elazığ depreminde de gördük ki, afet bir yerde, olanaklar başka bir yerde duruyor. Yoksulluk arttıkça hem mikroorganizmalar için, hem de afetler için tehlikeli bir ortam oluşuyor. Son yıllardaki tüm salgınlara bakın dünyanın zengin kuzey yarım küresinde değil fakir güney yarım küresinde başlıyorlar. Bugün karşımızda coronovirüs var ama yarın SARS, domuz gribi, kuş gribi, EBOLA, Kırım Kongo gibi daha yoksul bir ülkede başlama olasılığı yüksek yeni salgınlar olacaktır. Bugün biliyoruz ki, Şarbon, Veba, Şap vakaları yoksulluğun içinde yeniden gelişiyor.
Sosyalist Küba’da Elazığ depremiyle yakın zamanda 7.4 büyüklüğünde bir deprem oldu ve tüm toplum daha önce örgütlü olduğundan ne yapacağını biliyordu. Daha önceki kasırgalarda olduğu gibi, değil insanların, evcil ve vahşi hayvanlar dahil bir tek canlının bile burnu kanamadı.
Tüm dünya canlıları gibi insan türünün hayati tehlikesi gün geçtikçe artıyor.
Birşeyi değiştirirsek her şeyi değiştirebiliriz.
Wall Street ayaklanmacılarının dediği gibi; “Kapitalizm öldürür, kapitalizmi öldürün!”,
Temade Çınar