İnsan bir şeyleri abartmayı olduğundan daha fazla anlamı varmış gibi lanse etmeyi pek sever. Hepimizde var bu.
Örneğin aşkı mistisize eder, devrimi insanüstü bir çabanın, bir kahramanlığın ürünü olarak anlatırız. Elbette ki aşkın gizemli yanları vardır ve devrimde kahramanlık örnekleri de çokça yaşanır. Ama bahsini ettiğimiz şey bu değil. Bahsini ettiğimiz şey, herkesin bildiği bir duyguyu “kimsenin bilmediği bir bilinmez”e dönüştürerek onu insanın haricinde tutma ve tarihte defalarca yaşanmış bir olguyu sanki hiç yaşanmamış ve asla yaşan(a)mayacakmış gibi onu soyutlama çabasıdır.
Peki niçin yaparız bunu?
Tek olmasa da, bunun en belirgin açıklaması, bahsini ettiğimiz konuya dair ya yeterince bilgimizin olmayışı ya da hiç denecek kadar az bilgimizin oluşudur. Buna bir de bu cehaleti gözlerden ırak tutma derdi eklendiğinde, ortaya bolca cafcaflı bir laf salatası çıkar. Bu cafcaflı laflar sayesinde, içimize taş atıldığında ses gelecek olan boş bir teneke olduğumuz gerçeğini gizleyebileceğimizi (çünkü “gizem”lere bayılırız) zannederiz. Hele bir de etrafımızdakilerin de bizden aşağı bir yanı yoksa, oh değmesinler keyfimize! Ne kadar “teori”, o kadar alkış... Ve ne kadar alkış alırsak, egolarımız da o kadar gıdıklanır. (Fakat biz yine de buna doymayız).
Fakat işte hesaplar her zaman tutmaz ve bizim de baltayı taşa vuracağımız gün elbet gelir çatar. Ama... ama nasıl olur? Bunca zaman hiç kimsenin gör(e)mediği ve bizim de ustalıkla gizlediğimiz şeyi, “o” nasıl görür? Olmaz, olamaz! O da görmemeli... İyisi mi, hiçbir şey yokmuş gibi davranmak... (Belki o zaman pes eder.)
Bu paragrafları birinci çoğul kişi zamiriyle yazdım, çünkü hepimiz zamanında bu süreçleri ya yaşadık ya da hala yaşıyoruz. Tiplerimiz değişse de triplerimiz hep aynı.
Bize bir eleştiri geldiğinde, tüylerimizin niçin diken diken olduğunu ve niçin kaçacak delik aradığımızı hiç düşündük mü? Tabii ki düşünmüşüzdür. Bir eleştiriye maruz kaldığımızda kuyruğu nasıl dik tuttuğumuzu bizden daha iyi hatırlayan mı var...
Sorumuza dönersek: Bunun “niçin”ini anlamak istiyorsak, eleştiriye tabi tutulmadan evvel “eleştiri-özeleştiri” üzerine ettiğimiz tumturaklı lafları anımsayalım. “Eleştiri-özeleştiri”yi göklere çıkarıyorduk, çünkü bizden ne kadar uzak olursa, içimizin de o kadar rahat olacağını düşünüyorduk.
Bunun ne kadar boş bir çaba olduğunu anlamak için, hiç kimsenin bizi “görmediği” (ve bizim de herkesi görmezden geldiğimiz) bir sürecin akabinde, kendimize dair olan her şeyle bir başımıza kaldığımız, doğal olarak hiç kimsenin bizi göremeyeceği ve bizim de hiç kimseyi göremeyeceğimiz, sonunda ya düşeceğimiz ya da yürümeye devam edeceğimiz bir “olmak ya da olmamak” sürecini yaşadığımızı getirelim gözümüzün önüne... Artık bize yardım edebilecek kimse yok yanımızda; yalnızca biz varız ve yanı başımızda da küçük-burjuvalıklarımız...
Ne yapacağız? Artık her şey bize bağlı.
Ama şimdi bu konuda hazır bir reçete sunamayız. Bu yüzden, böyle bir durum yaşanmadan evvel, en iyisi eleştiri-özeleştiri üzerinde durmak. Öncelikle şu soruyu soralım: Eleştiri-özeleştiri devrimci bir sorumluluk mudur, insani bir sorumluluk mu?
Hayır, burada bir dilemma yok, haliyle ikisinden birini seçmek mecburiyetinde değiliz. Ama şöyle yanıtlayabiliriz. Eleştiri-özeleştiri her şeyden önce insani bir sorumluluktur. Bu şekilde açıklamamız daha yerinde olacaktır, çünkü bir yandan da “her şeyi abartma” huyumuzdan vazgeçebilmenin perspektifi de bu şekilde sağlanabilir.
Şöyle bir dönüp etrafımıza bakalım: Birbirini eleştiren ve birbirine özeleştiri verenler yalnızca devrimciler mi, yoksa bunu devrimcilerin dışında yapan “sıradan” insanlar da var mı etrafımızda? (Yoksa, kabahat bizdedir.)
İkisi arasındaki nitelik farklarını açmaya gerek yok, o zaten herkesin malumu. Ama hatırlayalım ki “sıradan” insanların yaşamımıza ve lügatımıza soktuğu “dost acı söyler” diye de bir söz vardır. (Ha, eleştirirken bu sözü kullanmak bize çok hoş gelse de, bize acı söz söyleyeni düşmanlaştırdığımıza da az rastlanmamıştır. Belki karşımızda sahiden düşmanımız olsa, bu kadar rahat biçimde bu tavrı takınamayabiliriz.)
Acı söylemeye de, bize acı söylenmesine de alışmak mecburiyetindeyiz. Yoksa bir milim dahi yol alamayız bu hayatta. Eğer acı söylemekten de, bize acı söylenmesinden de korkar, çekinirsek, süreç tersten işler ve zamanla da Shakespeare’in deyimiyle “en acı sözün bile kulağına ninni gibi geldiği bir sersem”e (Hamlet) döneriz, etrafımızda da böyle sersemlerden başkası olmaz hale gelir.
Öte yandan şu da var. Pek çok kitabı okuruz ve içinde bize dair de bir şeyler olduğuna ve bu şeylerle eksiklerimizi-hatalarımızı tamamlayıp düzeltebileceğimize inanarak sonuçlar ve dersler çıkarmaya çalışırız. Bu doğru bir çabadır, çünkü aksi halde kitap okumamızın bir manası olmaz. Ama -belki de ideolojisi bizim ideolojimizin yanından bile geçemeyecek olan yazarlara ait kitaplara gösterdiğimiz içtenliği, bizi eleştiren bir yoldaşımıza göstermekte müthiş bir samimiyetsizlik sergilediğimiz olur. Felsefede bu “sözü söyleyen kişiyle söylenen söz arasında uçurum yaratma”ya, “kişiye sataşmak” denir. Ya da kısaca, “sen de kimsin?” demektir.
Bunun böyle olmaması ve bir şeylerin sağlıklı biçimde yürümesi için, iki şey öne sürülebilir:
1) Başkalarının bizim hakkımızdaki düşüncelerinin biz de kendimize dair onlarla hemfikir olmadığımız müddetçe belirleyici olmadığı. (Çünkü biz ne’ysek zaten o'yuzdur. Başkalarının demesiyle “şu” ya da “bu” olmayız.)
2) Yaşamın bizi yanıltmasına / yanlışlamasına her zaman müsaade etmemiz gerektiği.
İlk bakışta bu ikisi birbirine tezat gibi görünebilir, ama öyle değildir. İncelik, bu ikisi arasındaki dengeyi tutturabilmek, başkalarıyla hemfikir olmamız gereken yeri ve zamanı da, fikir ayrılığına düşmemiz gereken yeri ve zamanı da iyi tayin edebilmek; söz konusu bir eleştiriyse, haklı-haksız tartışmasına girmeden, yanılabileceğimize de ihtimal vermektedir.
Kimi zaman bize yapılan herhangi bir eleştiriye karşı “hiç farkında değilim,” diyerek savunmaya da geçeriz. Ama gerekçeler sonucu değiştirmez ve zaten eleştiri de “acaba farkında mı, değil mi?” türünden bir hesapla yapılmaz. Çünkü eleştirinin amacı farkındalık yaratmaktır. Dolayısıyla, bir eleştiriye karşı “hiç farkında değilim” diyerek savunmaya geçmenin Türkçesi, “söylediğin şey doğru, ama bunu düzeltecek gücü kendimde görmüyorum”dur.
Eleştiri-özeleştiri hususundaki tavır şöyle özetlenebilir.
1) Eğer eleştirilen biz isek; söz konusu eleştirinin isabetsiz olması durumunda bile bunun bize zarar vermeyeceğini / veremeyeceğini bilmeliyiz. Yapılan bir eleştirinin isabetli olması durumunda da zaten görülmüş ve çoktan farkına varılmış bir şeye karşı sanki hiç yokmuş gibi davranarak hiçbir yoldaşımızın aklıyla alay etmemeliyiz. Aksi halde kaybeden biz oluruz. En iyisi yol yakınken dönmektir.
2) Eğer biz eleştiriyorsak; karşımızdaki insan kırılır mı, incinir mi kaygısına düşmeden (ki merak etmeyelim, “büyüyünce” onunki de geçer) gördüğümüze inandığımız şeyi karşımızdaki insana söylemeliyiz. Bu, ona kıymet verdiğimizin göstergesidir. Şayet yaptığımız eleştirinin isabetli olduğuna (bunun işaretlerini verilen tepkilerden anlamak gayet mümkündür) yürekten inanıyorsak, zaten gördüğümüz ve çoktan farkına vardığımız bir şeye karşı sanki hiç yokmuş gibi davranılarak aklımızla alay edilmesine müsaade etmemeliyiz. Çünkü buna bir defa müsaade edilirse, aynı şey her zaman tekrar eder ve sonu uzlaşmaya varır. Bu durumda, iki taraf da kaybeder. Öyleyse, başladığımız işi sonuna kadar devam ettirmek tek doğrudur.
Öte yandan, aklımızdaki şeyleri ve yaptığımız gözlemleri onca zaman içimizde tutup, bize bir eleştiri geldiğinde onları eteğimizdeki taşları dökercesine ortalığa saçıp savurmak en kötüsüdür. Varsa bir düşüncemiz, zamanında dile getirmek (bu, karşımızdaki insana hatasını düzeltme şansı tanımaktır) doğru olanıdır; bunun aksi bir tutum, kendimize olan inançsızlığımızdan ve özgüvensizliğimizden başka bir şeyi ifade etmez.
Deneyelim. Doğru olduğuna inandığımız şeyleri dile getirdiğimizde ve yoldaşımız doğru olduğuna inandığı bir şeyi dile getirince onu dinlediğimizde pişman olmayacağız. Üstelik, hiç kimse kendisiyle tam anlamıyla başa çıkabilecek kadar güçlü de değildir. Hepimizin -tek başına olduğumuz sürece- belli sınırları vardır.
Başkalarını kendisiyle baş başa bırakmayalım ki, bir gün biz de kendimizle baş başa kalmayalım. Çünkü hiç kimse böyle bir kötülüğü hak etmez.
Ziya Serdar