Boğazlarında bir çıkın ekşimiş ekmek ile atlayıp geliyorlar botlarda, kiminin açlıktan gözleri fırlamış, kiminin kemikleri sayılıyor, kiminin gözünde yaşadığı dehşetin, ardında bıraktığı vahşetin korkusu görülüyor.
Coğrafyalar değişse de sorunlarımız aynı, hepimiz işçi sınıfının bir parçasıyız, açlık, sefalet, yıkım dışında payımıza bir şey düşmüyor. Savaşlar ile ülkeleri yok edilip göç yollarına düşen sınıf kardeşlerimizle tek farkımız konuştuğumuz dil dışında ne olabilir ki? Ama bizi ezen, sömüren, göç yollarına düşürenler de nereye gitse değişmiyor. Sermayedarlar, emperyalist devletler ve onların işbirlikçi kapitalist hükümetleri... Biz de aynı sınıfın yoldaşları olarak diyoruz ki; “Düşman botla değil, limuzinle gelir.” Düşman bellidir, hedef ortadadır!
Hemen hemen 4 milyon insan, 4 milyon kendi kaderine tayin edilmiş mülteci…
Çoğunun kaderi köle gibi atölyelerde, tarlalarda işçilik yapmak oluyor. Fakat, aynı şekilde Türkiye’deki işçi ve emekçiler de aynı kaderi paylaşıyor. Korkunç kölelik şartlarında atölyelerde, tarlalarda çalışıyor. Durum böyleyken kiminin ağzında “Bunlar yüzünden işsiz kalıyoruz” safsataları; kiminin dilinde “Sokaklarda şiddet, taciz, eğitimde fırsat eşitsizliği onlar yüzünden” diyerek ortaya saçılan nefret söylemleri... Sorulması gereken soru şu olmalı. “Aynı kaderi paylaşıyorken, aynı sefaleti, açlığı yaşıyorken neden mülteci düşmanlığı?”
Bir atölyede güvencesiz, kayıtsız, hiçbir can güvenliği olmadan çalışan Suriyeliler, kâğıt toplayan Afganlar, İstanbul’un herhangi bir semtinde saat satan Afrikalılar. Aynı şekilde, sömürülen aynı kaygıları taşıyıp çalışmaya mecbur olan iki ülkenin emekçileri de aynı durumda, ama zengin olan patronlar, sermaye sınıfı, peki ya nedir bu çelişki… İşte bu çelişkiyi, bu uzlaşmaz çelişkiyi görmek en yakıcı sorunumuzdur.
Bu nedenle bu sorunun nedenlerine bakmamız gerekiyor. Dünya, insanlığın göç hareketlerine hiç de yabancı değil. Tarih boyunca milyonlarca insanın kıtlık, savaşlar, doğal afetler vs. nedenlerle göç ettiğini biliyoruz, bu bağlamda göç hareketi her daim güncel bir durumdur. Kapitalizm, ortaya çıktığında da “emek gücü” için kırdan kentlere doğru göçten beslenmiştir. Türkiye kapitalizmi de bu yoldan köylerde yaşayan emekçileri geçim ve üretim araçlarından uzaklaştırarak işçileştirmiştir.
Kapitalizm, ücretli emeğin sömürüsüne dayanır. Ücret miktarı ile artı değer zıt bir orana sahiptir. Yani işçiler için ücret ne kadar düşükse, burjuvazinin artı değeri o kadar yüksek olur, 2. Emperyalist Paylaşım Savaşından sonra Almanya’ya giden Türkiyeli emekçiler de bu nedenle götürülmüştü. Yani artı-değer, sermaye birikimi için Almanya'ya götürülen Türkiyeli işçiler orada da göçmen konumundaydılar ve acımasızca sömürüldüler.
Hadi bunları geçelim, göçmenler gelmezden önce de işsizlik batağı yok muydu? Kadınlar katledilmiyor muydu? Yine aç, yoksul yaşamıyor muyduk?
Şunu unutmamalıyız, bizler kıt kanaat geçinirken zenginliklerine zenginlik katan göçmenler değil patronlardır. İşçi her yerde işçidir. İşçiliğin bir dili, bir dini, ırkı yoktur. Ezilen, her yerde ezilir. Yoksul, her yerde yoksuldur. Yani emek sermaye karşıtlığı evrenseldir. Bizi bin bir parçaya bölen, düşmanlaştıran, yabancı düşmanlığı ile birbirine düşüren sermayedir. Derimizi yüzmeye çalışan “Deriniz yetmiyor kemiklerinizi de istiyoruz” diyen sermaye sınıfıdır.
Tekelci kapitalist sistem kitlelerin var olan öfkesine azımsanmayacak derecede mülteci düşmanlığını, şovenizmi, nefret tohumlarını ekiyor. Öfkelerinin hedef yönünü değiştiriyor, toplumu zehirli oklarıyla vuruyor.
Sermaye sınıfı tam da bu süreçlerde toplumu eskisi gibi yönetemiyorken ve milyonlarca insan eskisi gibi yönetilmek istemiyorken, kitlelerin biriken öfkesini şovenist histeri ile göçmenlere yöneltiyor. Şovenizm işte tam da bahsettiğimiz gibi ırkçılığın, sermaye sınıfının, ezenlerin ideolojisidir, katıksız bir düşmanlıktır. Bütün sorunların kaynağı emperyalist kapitalist sistem ve onun efendileri iken, yaşadığımız sorunların kaynağını göçmenler olarak görmek onları suçlamak, işçi sınıfının mücadelesini geriletmek, parçalamak dışında bir şey değildir.
İşte, tam da bu noktada şunu görmeliyiz. İster göçmen, ister işçi fark etmez emek-sermaye çelişkileri var oldukça, yoksulluk, işsizlik devam edecek.
Geçtiğimiz dönemlerde ve son süreçlerde giderek derinleşen bir ekonomik ve siyasal krizin içindeyiz. İşsizlik son bir yıl içerisinde bir milyon kişi arttı. Bundan da anlaşılıyor ki işçilerle burjuvaların çıkarları asla bir değildir ve olamaz, işçilerin ulusal çıkarları yoktur. Ulusal çıkarlar sermaye sınıfının çıkarlarıdır. Bu doğrultuda savaşlar ise sermaye birikimi üzerindeki engelleri kaldırmak için gündeme gelmiştir.
Şovenizm, halkların arasında yapay ayrımlar yaratmaya çabalıyor. Ulusal bütünlük masallarıyla sermaye sınıfının egemenliğini yüceltiyor. Çünkü, şovenizmin olmadığı bir dünyada işçiler için dil, din, ırk gibi insanlar arasındaki biyolojik ya da kültürel farklılıklar önemsizleşir. Böylece işçi sınıfı gerçek çelişkiye emek ile sermaye arasındaki savaşıma odaklanır ve bu nedenle burjuva partileri, sermayenin binbir kurumu emekçi sınıflar arasında yapay çelişkiler yaratmak isterler. Bu bağlamda göçmen ve mültecilere dönük şovenist söylemlere karşı işçi sınıfının mücadele birliğini kurmak büyük bir görev olarak önümüzde durmaktadır.
Aynı fabrikalarda en ağır şartlarda birlikte sömürülüyoruz. Bizi sömüren Afganlar ve Suriyeliler değil, hepimizi basit bir iş gücü olarak gören sermaye sınıfıdır. Onları ülkelerinden göçmeye zorlayan ülkelerini bombalayan kim? İçinde buranın sermayedarlarının da yer aldığı yağmacılar topluluğu değil mi? İşte denklem çok basittir. Basit doğrulardır bunlar, tam da bu yüzden düşmanımızı, savaş açacağımız sınıfı iyi seçmek gerekiyor. Şimdi tekrar soruyorum. Düşman, ülkelerinden yağmacılar topluluklarının zoruyla göçe zorlanan bizim gibi sizin gibi işçi, emekçi göçmen dostlarımız mı? Yoksa sadece ülkemizde de değil dünyanın dört bir yanında köle gibi çalıştırılıp bu kadarı yetmez etinizi, kemiğinizi de istiyoruz diyen zombiler mi?
TANYA