Proletaryanın büyük ustaları Marx ve Engels kapitalizmin sonunun kaçınılmaz bir şekilde sosyalizmle sonuçlanacağını kanıtladıktan sonra, Lenin önderliğinde Bolşevikler 1917'nin Kasım ayında Rusya'da Çarlık iktidarını devirecek ve yerine proletaryanın diktatörlüğünü kuracaklardı. Uzun yıllar süren iç savaşın neticesinde karşı-devrim cephesi yenildi ve ardından sosyalizme geçiş adımları hızlandırıldı.

Bu olayın tüm dünyada yarattığı etkiyle çeşitli ülkelerin proletaryası moral ve kendi ideolojisine güven kazanırken, burjuvazi derin bir korkuya kapılmıştı. Burjuvazi en büyük kötülüğün "komünizm" olduğunu ve "komünizmin başının görüldüğü yerde ezilmesi" gerektiğini iğrenç iftiralar eşliğinde salık veriyordu. Fakat proletarya arkasına rüzgarı almıştı bir kere...

Yükselen proleter dünya devrimi dalgasına karşı burjuva sınıf her yerde acımasız saldırılara girişmiş, birtakım başka koşulların da devreye girmesiyle faşizm ortaya çıkmış ve komünizme doğrudan savaş açmıştı. Bu süreç ikinci emperyalist paylaşım savaşıyla sonuçlanacak ve ikinci emperyalist paylaşım savaşı muzaffer Kızılordu’nun insanlığın imdadına nasıl yetiştiğini herkese gösterecekti. Artık dünyanın üçte birinde proletarya öncülüğünde kurulan devletler tarih sahnesindeydi. Ta ki 1991 senesinin sonuna gelinene dek...

1991 senesinin sonlarına doğru dünyada sosyalizmin öncülüğünü yapan Sovyetler Birliği'nin dağıldığı ve planlı ekonomiden piyasa ekonomisine geçildiği haberi geldi. Burjuvazi bu haber karşısında büyük bir sevinç içerisinde "tarihin sonu"nun geldiğini ilan ediyor, dünya proletaryası büyük bir moralsizliğin içine doğru itiliyordu. Sol sosyalist hareketler ne yapacağını şaşırmıştı. Neredeyse herkes sosyalizmin yaşadığı bu talihsiz olay karşısında panikle burjuvazinin safsatalarına prim veriyordu. Ancak hakikat Marx, Engels ve Lenin'in eylem ve söylemlerinde yatmaya devam ediyor, tarih kendi akışında ilerliyor ve kapitalizm kaçınılmaz sonuna her geçen gün bir adım daha yaklaşıyordu.

Nihai bir zafer kazandığından oldukça emin bir şekilde burjuvazi, sosyalist sistemin dağılışından sonra özellikle emperyalist merkezlerde işçi sınıfına verdiği tüm tavizleri geri almak için saldırıya geçti. Öyle ya, tüm bu “tavizler”, güçlü bir sosyalist sistemin varlığı koşullarında proletaryayı belirli sınırlar içinde tutabilmek için verilmişti.

Ancak burjuvazi, "mutlak zafer"inin üzerinden daha birkaç yıl geçmeden uyanmak zorunda kalacaktı rüyasından. 1994-1995 yılında bu sefer ayaklanmalar dünyanın orasında burasında bir yerlerde değil, direkt kendi burunlarının dibinde bitecekti. Roma'da 2 milyon işçinin yürüyüşü ve İngiltere’de büyük sokak eylemleriyle işçiler "tarihin yeniden başladığını" ilan edeceklerdi. Aslında tarihin sonu hiçbir zaman gelmemişti ya, neyse... Tarihin sonu (!) 1997 Asya kriziyle devam ediyor ve milyonlarca işçi açlıkla sınanıyordu. Ve 1999 yılına gelindiğinde emperyalist kapitalist sistemin merkezinde, Seattle'da, yüzbinler sokağa "Başka Bir Dünya Mümkün", "Biz %99'uz" sloganlarıyla aktılar. Birkaç yıl sonra Latin Amerika ülkeleri "Başka bir dünya"nın mümkün olduğunu göstermeye girişirken NATO ve G8 zirvelerinde, 21. yüzyılın "Ayaklanmalar ve devrimler yüzyılı" olduğu ilan edilecekti. Oysaki tarihin sonu(!) yaklaşık bir 10 sene önce gelmişti.

Burada araya girmekte fayda var. Dönemin sol-sosyalist-devrimci hareketi ne yapacağını şaşırmışken biz Marksizm-Leninizme olan inancını hiç yitirmeyenler olarak burjuvazinin safsatalarına kulak asmadan "komünizm hayaleti”nin tüm dünyada dolaştığını ayaklanmaların ve devrimlerin kapıda olduğunu dosta düşmana ilan etmekten geri durmuyorduk. Kendimize olan güvenimiz, Marksizm-Leninizme, diyalektik materyalizme, bilimsel sosyalizme olan güvenimizden geliyordu. Biz o dönem bunları söylerken bize "deli" muamelesi yapanlar, "hayal görüyor bunlar" diyenler o günden bugüne gerçekleşen düzinelerce ayaklanmanın sonunda bizim söylediklerimizi söylemeye başladılar ama hala yarım ağızla ve sanki yeni bir şey söylüyormuşçasına...

2010 yılına gelindiğinde Tunus'ta başlayan devrim dalgası tüm Arap ülkelerini sarsacak, Fransa, İspanya ve Yunanistan'da devrim yüksek sesle yeniden gündeme gelecekti. Ne demişti ustalarımız: Toplumlar çözemeyecekleri sorunları, gündeme getirmezler.

2013 Haziran'ında Gezi Parkı'nda milyonlar "Taksim Komünü”nü ilan ettiğinde bizi hala "hayal görmek"le suçlamayan bir hareket bulunmuyordu. Gözlerinin önünde olan biteni hayal zanneden, görünen gerçeği görmeyi reddedenler örtülü gerçeği kavrama noktasında ne derece mahir olabilirler? Bir başka yazımızın konusu da bu olur belki.

Peki nasıl oldu da herkes bu ayaklanmalar karşısında adeta ölüm sessizliğine bürünmüşken, bütün olanları tesadüflerle açıklamaya çalışırken biz emperyalist-kapitalist sistemin bir sıçramalı çöküş evresi içerisine girdiğini görebilmiştik? Dünya proletaryasının muzaffer önderlerinden, Lenin'den, Fidel'den, Ernesto'dan öğrendiğimiz Leninist iyimserliğimiz mi yardımımıza koşmuştu yoksa Marx'ın "Görünen gerçek olsaydı, bilime ihtiyaç olmazdı" sözüne önem arz ediyor, ona gerektiği güveni gösteriyor oluşumuz mu? Yoksa “devrim”i ciddi bir mesele olarak ele alıyor olmamız ve “devrim”e layık olma çabamız mı?

Ne bu saydıklarımız birbirinden ayrılabilir ne de bunlardan biri diğerinin önünde görülebilir. Ama her ne olursa olsun gerçek şuydu: "Bu bir tesadüf müdür yoldaşlar, hayır değildir yoldaşlar!"

Kapitalizmin çöküşünü gerçekleşeceğinin kaçınılmaz olmasını Marx şurada veya burada değil özellikle sermaye ile üretici güçler arasında yatan uzlaşmaz çelişkide olduğunu şu sözlerle açıklar: “Sermaye tekeli, kendisiyle birlikte ve kendi egemenliği altında fışkırıp boy atan üretim tarzının ayak bağı olur. Üretim araçlarının merkezileşmesi ve emeğin toplumsallaşması, en sonunda, bunların kapitalist kabuklarıyla bağdaşmadıkları bir noktaya ulaşır. Böylece kabuk parçalanır. Kapitalist özel mülkiyetin çanı çalınmıştır: Mülksüzleştirenler mülksüzleştirilir.” Marx bakılması gereken uzlaşmaz çelişkinin ne olduğunu söylemekle kalmıyor, bu çelişkinin durumunu analiz etmek için nereye bakılması gerektiğine de işaret ediyor bu sözüyle: üretim araçlarının merkezileşmesi ve emeğin toplumsallaşması.

Yazının daha fazla uzamaması adına çok fazla detaya inmeyi uygun görmüyoruz. Zira emperyalist-kapitalist sistemin içinde bulunduğu bu “Yeni Evre”yi en iyi gösteren şey yukarıda bahsettiğimiz çelişki olsa da, göstergeler bunlarla da sınırlı değil. Niyetimiz nedenleri ve sonuçları uzun uzun irdelemek de değil, basit bir ekonomik indirgemeci çıkarımla ortaya çıkmak da. Bunlar da ancak başka bir yazının konusu olabilir. Ama gerçeklik, 2018 yılının sonunda Fransa’da Sarı Yeleklilerle başlayıp sonrasında Latinlerden Afrika’ya oradan Avrupa ve Uzak Doğu’ya tüm dünyayı sarsan bir dizi ayaklanmayla kendisini iyice dayattıktan sonra “kabuğun parçalanmakta” olduğunu yarım ağızla söylemek, bir şey söylemek olmuyor. Bazıları lafı ağzının içinde geveleyedursun. Söz yerini eyleme çoktan bıraktı bile...

Arno Doğan