Son zamanlarda insanlığın başına gelen talihsiz olayların artış gösterdiği su götürmez bir gerçek. Yaşadığımız topraklarda son 3-4 ay içerisinde gerçekleşen felaketler bile tek başına bu söylediğimizi göstermeye yetiyor. Elazığ Depremi, çığ, uçak kazası ve en son da belki içlerinde en ağır olanı COVID-19 salgını…
Bu tarz doğa olayları tabii ki toplumsal analizlerde dışsal olarak kabul edilmek zorunda. Çünkü bu olaylar kapitalizmden önce de vardı ve kapitalizmden sonra da var olmaya devam edecek. İnsanlık elindeki tüm imkanları kullandığı halde bile hiçbir zaman öngöremeyeceği tamamen doğanın olasılık yasalarına göre işleyen salgınlarla karşılaşacaktır tabii ki. Fakat CoViD-19 hastalığına yol açan SARS-CoV-2 virüsünün insanlara bulaşabilecek şekilde mutasyonlar geçirebileceği ve bunun ciddi sonuçlar doğuracağı bilim insanları tarafından daha 2000’li yıllarda tespit edilmişti. Bütün bu uyarılara rağmen, hiçbir kapitalist devlet bu uyarıları dikkate almayarak bu salgının insanlığın başına bela olmasına sebebiyet vermiştir.
Diyelim ki bu virüsün insanlara bulaşabileceğine dair elimizde hiçbir öngörü yoktu ve elimizdeki bütün araçlarla bu tarz salgınları önceden tespit etmeye seferber ettiğimiz halde bu salgın yine de vuku buldu. Yani salgın tamamen doğanın olasılık yasalarının bir cilvesi olarak ortaya çıktı. Bu durumda salgının tamamen dışsal olduğunu kabul edebiliriz. Ancak, bu durumda bile, salgının etkisi ve ölçeğine dair birçok parametre yine içselliğini korumakta olacaktı.
Büyük toplumsal örgütlenmeler salgının çıkışı hakkında söz sahibi olamasa da salgının kaderi hakkında söz sahibidir çünkü. Örneğin, 1970’li yıllarda kapitalist üretim biçiminin yarattığı büyük ve sistematik krizler, sermaye birikiminin önünü açmak adına sağlık sektörünün -diğer tüm hizmet sektörleriyle birlikte- özelleşmesine yol açtı. Sağlık, eğitim gibi hizmetlerin metalaşması sonucunda bu sektörlerde varlık gösteren sermaye kendisini yüz senede bir gösterecek ve ciddi yatırımlar isteyen yani buna hazırlıklı olunsa bile maliyeti nedeniyle kimsenin karşılayamayacağı fiyatlara ulaşacak olan bir sağlık sistemi inşa etmediler, etmezler de. Zira hiçbir kapitalist günün sonunda kahraman olacağından emin olsa bile, zarar etmek istemeyecektir.
Bunun yanı sıra bir kapitalist de diğer bir kapitalistle yarış içerisindeyken “Yarın olağanüstü bir durumla karşılaşıp üretime ara vermek zorunda kalırsam işçilerimin ücretlerini nasıl öderim?” sorusunu sorup da böyle bir fon oluşturma kararını aklına getirmiş ve buna çok gönüllü de olmuş olsa bunu hayata geçiremez. Nedeni basit, daha az yatırım yapması demek, rakiplerinden geri kalması ve şirketinin tamamen batması demek. Kapitalist devletler ise üretimin durdurulması kararını alamazlar, çünkü bu ciddi bir ekonomik yıkım demektir ve buna önceden hazırlıklı olmak gerekir. Önceden hazırlıklı olmak da halkın cebindeki üçbeş kuruşu vergilendirip bunlarla kapitalistleri sübvanse etmekle veya onlara uzun dönemli düşük faizli krediler vermekle olacak iş değildir. Uzunca bir süre yüksek büyüme rakamlarından vazgeçmeyi gerektirir.
Bu hazırlıkların en azından bir kısmını yapan ve zamanında harekete geçen ülkeler belli aslında. Onlar bu salgının önünü almakta, dünyaya ve benden büyük yok diyen emperyalist devletlere adeta ders vermekteler. Bu ülkelerin ortak yanı ise geçmişlerinde veya şimdiki hallerinde bir şekilde sosyalizmle ilişkilerinin olması. Rusya sosyalizmden arta kalan ne varsa onların sayesinde bir şekilde reaksiyon göstermeyi başardı ve salgının ilerlemesini engelledi. Aynı şekilde Küba şu an kendi yurttaşlarının geleceğini garantiye almakla uğraşmak zorunda kalmadığı gibi salgını derinden yaşayan kapitalist ülkelerdeki proleterlerin geleceğini garantiye almakla uğraşıyor. Venezüuela’nın devrimci-demokratik hükümeti ise ağır ambargo koşulları altında insanlıktan yana olan kararları neredeyse ekonomik kaygılar gütmeden bir bir alıyor: Kredi tahsilatları erteleniyor, işten çıkarmalar yasaklanıyor, işçi ücretini ödeyemeyecek olan küçük ve orta ölçekli şirketlere işçi ücreti yardımı yapılıyor, kiralar askıya alınıyor. Salgının hemen yanında olan Kazakistan’ın aldığı olağanüstü önlemler ise internette dolaşmakta: Salgına karşı apartman yöneticilerine kadar varan bir toplumsal örgütlenme mekanizması kurulmuş ve bu mekanizmayı tıkır tıkır işletiyor. Salgının ortaya çıktığı yer olan Çin bile gereken önlemleri zamanında almak ve hayata geçirmek için yeterli zamanı bulup sıkı önlemlerle salgını durdurduğunu açıkladı.
Emperyalist devletlerse Çin’de çıkan bu salgını sevinçle karşıladılar ve bu sevinçlerini gizlemeye de çalışmadılar. Bir daha asla eski gücüne kavuşamayacak olan ABD hegemonyası Çin’in son yıllarda gösterdiği yüksek büyüme performansı karşısında panikle sağa sola saldırıyordu. Ancak Çin’de ortaya çıkan bu salgınla birlikte emperyalist tekeller adeta avuçlarını ovuşturmaya ve eski günlere dönmenin hayalini kurmaya başlamışlardı.
Salgının kendilerine sıçramayacağından emin çıkışlar yapan emperyalist merkez ülkelerinin ise hayallerinin suya düşmesi çok zaman almayacaktı. Salgın önce İtalya’ya ve Avrupa’ya sonrasında ise ABD’ye sıçrayacaktı. Ancak emperyalist devletler hayallerinin suya düştüğünü kabullenemeyecek kadar acizdi. Başlarda önlem almayı reddettiler ve salgını bir doğal seçilim mekanizması olarak görüp işçileri üretime yaşlıları da ölüme zorladılar. Bunun faturası ağır olacaktı, çünkü bu ülkelerin halkları kendilerine karşı gösterilen bu umursamaz tavır karşısında sessiz kalmayacaklardı.
Tüm korkusu sermaye iktidarının yıkılması olan emperyalistler zorla da olsa yarım yamalak önlemler almak zorunda kaldılar ama iş işten geçmişti. Salgının merkez üssü önce Avrupa’ya sonra da Kuzey Amerika’ya kaydı (DSÖ). Fakat alınan önlemler emekçi sınıfların yararına değil büyük tekelleri kurtarmaya yönelik oldu. Sermayeyi kurtarmak için trilyonlarca fon akıtılırken emekçilerin üzerindeki vergi yükü de artırıldı. Hatta Türkiye’de iktidar vergilerden gına gelen halkı nasıl soyacağını şaşırmış olacak ki, direkt politik iktidarın merkezinden bağış kampanyası başlattıklarını açıkladı.
İşsizliğin artması yedek işçi ordusunun büyüyecek olması nedeniyle işçilerin pazarlık gücünün azalması ve işçilerin reel ücretlerinin ciddi derecede azalması anlamını taşıyor. Bu aslında bir çeşit kapitalistlerin karlarını telafi etme aracı olarak ileride önümüze çıkacak. İşçilerine ücret ödeyemeyecek ve işten çıkarmak zorunda kalacak olan firmaların ise küçük sermayeli işletmeler (esnaflar, girişimler vb.) olacağını söylemek güç değil. Çünkü sabit maliyetini sürdürebilecek kadar birikmiş serveti olmayan gelirine oranla yüksek borçlar içinde olan firmalar bunlar. Bu da sabit maliyetini sürdüremeyecek işletmelerin batacağı anlamına geliyor, ki hem batan bu şirketlerin markette yarattığı boşluk büyük tekeller tarafından doldurulacak hem de küçük burjuvazinin büyük bir kesimi daha topluca yedek işçi ordusuna yani proletaryaya katılacak.
Bu salgından karlı çıkacak olanlar ise üretim yapmadığı halde sabit maliyetini birikmiş servetinden karşılayabilecek olanlar: Her türlü devlet yardımını da elinde bulunduran, finans sermayesiyle iç içe geçmiş, istediği an kredi bulabilecek olan tekelci sermaye.
Görüldüğü gibi çelişkiler gittikçe derinleşiyor ve uzlaşmaz. Sermayenin krizi gibi görünen her olaydan bile sermaye daha karlı çıkarken işçiler ve emekçiler, küçük sermaye sahipleri zararlı çıkmaya devam ediyor.
Bu durumu değiştirmekten başka çaremiz yok. Bu nedenle her platformda güçler birleştirilmeli. Komite ve konseyler, forumlar, meclisler, dayanışma ağları, çeşitli mobil uygulamalar, WhatsApp grupları, sosyal paylaşım ağları gibi mümkün olan her araçla örgütlenilmeli ve emeğin iktidarını kurma ana hedefi altında mücadele büyütülmelidir. Unutulmamalıdır ki kapitalistler ancak iktidarları tehlike altındayken taviz vereceklerdir. Tabii taviz vermeye karar verdiklerinde iş işten çoktan geçmemişse...
Arno Doğan