Yol-İş Gazetemizi İstemiyormuş

 

Türk-iş'e bağlı Yol-iş sendikasının İzmir şubesi son yaptığımız protokol dağıtımında gazetemizi istemediğini bildirdi. “Buraya hiç gazete girmiyor mu” sorumuza “Hürriyet, Sözcü gibi gazetelerin alındığını” söylediler.

İşçi sınıfının sendikasına devrimcilerin işçilerin gazetesi girmiyor ama burjuvazinin gazeteleri giriyor. Şaşırdığımızdan değil sözlerimiz. 1990'ların ikinci yarısından itibaren sendikaların hızla gericileştiğini, devrimcileri burjuvaziden geri kalmayan yöntemlerle tasfiye ettiklerini, uzlaşmacı sendikacılıktan burjuva sendikacılığa hızla terfi ettiklerini yazıyoruz.

Birkaç ay önce de Koop-İş İzmir şubesi “bu gazeteyi getirmeyin istemiyoruz” demişti. Gazetemizi Hak-İş'in şubeleri, Türk metal gibi açıkça faşizmin HÖH'lerinden farkı olmadığını bildiğimiz yerlere zaten götürmüyoruz. Gazetemizi alıp kimse görmeden çöpe atanların da olduğunu, olabileceğini görüyoruz. Hiç ummadığımız yerlerden “biz nereden alalım, bize niye getirmiyorsunuz” diyenler de çıkıyor, “müsait olduğunuzda bir kahvemizi için” diyen de. Protokol dağıtımı, aslında bulunduğumuz yerlerin haritasını çıkarmaya yarıyor. Tarafları belirlemek iç savaşın olmazsa olmazı.

Sendikaların ancak devrimci çalışma yapılırsa devrimin araçları olabileceğini, yoksa devrimin ayak bağları olacağını biliyoruz. Faşizmin hiç durmayan saldırılarına ek olarak devrimci çalışmaya sendikalardaki gerici, uzlaşmacı, reformist anlayışların cephesinden de ciddi saldırılar oldu. Devrimci, ilerici işçilerin, emekçilerin patronla işbirliği ile mobinge maruz kalıp işten çıkmaya zorlandığını, atıldıklarını, sürüldüklerini gördük. Hatta sırf genel kurulda karşı liste oluşturdukları için işyeri disiplin kurullarında oynanan oyunları biliyoruz.

Faşizm devrimci tutsaklara, Kürt halkına, işçi ve emekçilere her yönden saldırırken, devrimci işçi ve emekçiler mücadelenin her alanında kendilerini sorumlu hissederek bunun bedellerini ödediler. Kapılarını sıkıca kapatıp sıcak odalarından çıkmayan, toplumsal hiçbir konuda en ufacık bir refleks vermekten bile kaçınanlar yerlerine iyice yerleştiler. Bu kapıların kapanmasıyla taban örgütleri iş kolu, iş yeri hatta mesleki darlığa kadar düştü.

Bugün sendikalarda ve kitle örgütlerinde devrimci çalışma yapmak için mücadele edenler var. Bu kişi ve örgütlerin burjuvazinin saldırıları kadar, hatta daha fazla, kendi örgütlerinde bir çok ayak oyunu ve entrika ile boğuştuğunu biliyoruz. Gerici her türlü yaklaşıma sonuna kadar açık olan kapılar, devrimci, marksist herhangi bir sözle dahi karşılaştıklarında, bütün kılıçlarını hiç acımadan çekebiliyorlar. Dinci, gerici, ırkçı ideolojileri kendilerine “demokratlık” adına kalkan olarak kullanıyorlar. Devrimci işçi ve emekçilere “ideolojinizi dışarıda bırakın” derken aslında, “burjuva, faşist ideolojinin yaşam alanını tehdit etmeyin” demekteler. Devrimci her tür düşüncenin buralarda çalışma yapmak uğruna kendi düşüncesini söylemekten vazgeçtiği, ortalamaya ayak uydurduğu süreçlerden geçtik. Bu süreçler sonucu sözünü, eylemini sakınmayanlar tasfiye olurken “ayak uydurabilenler” ortalamaya önce alıştı, sonra karıştı.

Geldiğimiz nokta şudur; sendikalar ve demokratik kitle örgütleri tabanın özlemlerini karşılamaktan uzağa düştü. Koltuklarda oturanlar birbiriyle aynılaştı. Çıkar çevreleri olmaktan öteye gidemediler. Koltuklarda kalmak mutlaklaştı. Tabanlarını kontrol edemeyecekleri kaygısıyla, temsili eylemler yoluyla onları alanlardan uzaklaştırdılar. En can alıcı konularda bile karar alamaz durumdalar. Kırıntılar için mücadele bile, aynı yenilgilerin seremonileri haline geldi. İşçi ve emekçilere güvenleri yok. Onları kendilerini koltuklara taşıyacak birer oy pusulasından başka türlü göremez durumdalar. Taban da buna oranla eriyor. İşçiler, emekçiler sendikal örgütlenmenin bedellerini tek başlarına ödemek istemiyor, sendikalara güvenmiyorlar. Sendikalı işçiler bile asgari ücret seviyesine düşen sözleşmelerdeki imzaların kime ait olduğunu görüyor. “En kötü örgütlenme örgütsüzlükten iyidir” bilinç düzeyinde olanlar bile örgütlenecek sendika arıyorlar. Sendikaların bir çoğu işçilere kapılarını kapamış durumdalar bile. İş yerinde sendikal çalışma patronun kapısından geçiyor.

Önümüzde iki seçenek var. Ya sendikaları burjuvazinin tarafında kabul edip, onlarla bir karşı devrimci gibi mücadele edeceğiz ya da onları işçi sınıfının kitlesel örgütlenme araçları olarak kabul edip devrimin araçları yapacağız. Sendikaların birçoğunun işçi ve emekçiler tarafından birinci grupta kabul edildiğini biliyoruz. Kalan azınlığın içinden de hızla diğer tarafa doğru savrulanları da görüyoruz. Sendikalar ve demokratik kitle örgütlerinde hala devrimci çalışma yapmaya çalışan samimi çok az kişi var. Bu kişilerin her an tasfiye edilmekle karşı karşıya olduğunu bilerek desteklenmeleri, devrimci düşüncelerin taban örgütlerinde hakim olması için mücadele edilmesi gerek. Öncü, devrimci işçilerin işyerlerinde komitelerini kurarak inisiyatif almaları, temsilcilik ve yönetimlere tabanın kararlarını taşımaları konusunda yolları açılmalı.

Renault direnişi bize gösterdi ki, işçiler gerici sendikaların zincirlerini kırarak kendi inisiyatifleriyle yolu açabiliyorlar. Gezi Ayaklanması, taban örgütlerinin geriye çekici ya da ileri itici rolünü sınadı.

Sendikacılar işçilerin paralarıyla lüks semtlerde, lüks ofislerde oturup işçi sınıfı ideolojisini dışarı atma hakkını kendilerinde görüyorlarsa, bu bizim eksiğimizdir. Sendikacılar burjuvaziden korktukları kadar işçi sınıfından korkmuyorlar. Saraylar çökerken paşalar da bu çöküşten nasibini alacaktır. Ancak hiçbir şey kendiliğinden olmaz. İtmedikçe düşmez. İşçi ve emekçilerin içindeki devrimci çalışma yıllarca mücadelesini vererek kurduğumuz ve ayağa kaldırdığımız taban örgütlerimizin yine görevlerinin başına geçirilmesini sağlayacaktır.

Bütün kitle örgütleri taraflarını ya çoktan belirlemiş ya da belirlemekteler. Komşuların tencere çalıp çalmadığından dost- düşman listesinin tutulduğu bir ayaklanma yaşadık. İki ayaklanmanın arasında işçiler ve emekçiler dostlarına dost, düşmanlarına düşman olarak değerlerini vereceklerdir.

İzmir’den Bir İşçi