Bir dost omuz daha düştü omuzbaşımızdan…

Bir kelebek kanatlandı sonsuzluğa doğru

En derin yerinden böldü uykumu.

Anlatmak şiire sığmaz içimde kopan fırtınayı

Ah ne zordur yaşanmışlığın söze sığmazlığı…

O, gönlü kelepçe tutmaz bir kuşaktandı

İnsanlığın mahkum edildiği kışa cemre düşürenlerdendi.

Şiirleşme yolculuğundaki dizelerini

Yüreğinin kapısından alırdı.

Ardında, tanımaktan onur duyulacak bir yaşam pratiği

Tüm mimikleriyle ve yüreğiyle gülümseyebilme

güzelliği bıraktı…

 

Çeyrek asrı aşan bir süredir tanıdığım, aradaki kimi fikrî farklara rağmen her an yoldaş olarak gördüğüm, aklını, yüreğini ve yaşam pratiğini sevdiğim Vefa Serdar’ı ölümsüzlüğe uğurladık. Ölüm sözcüğünü zaten sevmem, Vefa’ya ise hiç mi hiç yakıştırmam. O sadece yaşam coşkusuyla, yüksek enerjisiyle değil, değerlerini içselleştirmiş duruşuyla, yüzündeki anlam haritasıyla, sanatla-şiirle kurduğu özel bağlarla, hemen her konuda derinleşebilme kabiliyetiyle ve tüm niteliklerini özetleyebilecek aşk insanı olmasıyla, zaman aşımına uğramayacak derin ve güzel izler bıraktı.

 

Onun İçin Devrimcilik Bir Yaşam Biçimiydi

O, devrimciliği bir yaşam biçimi, yaşamı bir aşk biçimi olarak kavrayan, şiiri hayata içeren, hayatı şiirselleştirmeyi başaran, şarkı söyleyen, aşık olan ama bu nitelikleri kavgaya engel değil motive edici nitelikler olarak gören bir devrimciydi. Motivasyonunda Hasan Hüseyin’in de Ruhi Su’nun da Deniz Gezmiş’in de izlerini görmek mümkündü.

Onun için aşk, Che’den ve Marx’tan bildiğimiz içerikteydi. Marx, sevgiyi yalnızca bir insana bağlılık olarak değil aynı zamanda bir tutum, bir kişilik yapısı olarak tanımlar ve yalnız bir tek kimseyi sevip, başka her şeye karşı ilgisiz kalmanın “genişletilmiş bencillik” doğurmasına dikkat çekerken, Che Guevara aşkı, bir devrimcinin sahip olduğu en önemli özellik olarak tanımlar.

Vefa’nın Che’ye, Castro’ya, Lenin’e ve hatta yaşamı “devrim devrim” solumuş tüm örnek kadrolara olan ilgisi, devrimciliği kavrayışıyla ilintiliydi. Bilinir ki devrimcilik içselleştirilemediğinde bir yaşam biçimine dönüşmüyor. Hatta bu zeminde insanların en çok zorlandığı meselelerden biri de değerlerle anın, siyasal gerekliliklerle yaşamın en sıradan kesitlerinin ilişkilendirilebilmesidir. Vefa’nın devrimcilikte ayrı, işte-evde vb. kesitlerde ayrı bir yaşamı yoktu. Onun kişiliğindeki tutarlılığı, kavgada olduğu gibi sevdada da evde de sokakta veya işte de ölçmek mümkündü.

 

O Tüm Devrimcilerin Yoldaşıydı

Bir insanın devrimi ve devrimciliği kavrama biçimi, sadece en genel anlamıyla ittifakların niteliğini ve boyutunu değil aynı zamanda yakınlık ve mesafeleri de belirler. Vefa için yakınlık-uzaklık, kişisel veya psikolojik nedenlere değil sınıfsal nedenlere dayanırdı. Halk saflarında olmak yakınlık, karşı saflarda olmak uzaklık sebebiydi. Dostlarıyla ve yoldaşlarıyla programatik-stratejik sohbetleri de severdi ama geleceğe dönük düşsel tasarımlar dahil sosyalizm ufkunu renklendirip derinleştiren, ölçüleri estetize eden, ilişkileri sıcaklaştıran sohbetlerde de söyleyecek sözü ve buna uygun duruşu vardı.

İlkelerde sert, taktiklerde esnekti; hem ilke hem duygu insanıydı. Dostluk halesi genişti; yoldaşlık, yürüdüğü yolda ortaklaştırıcı ve çoğaltıcı niteliklerin toplamıydı. Saint Exupery’nin “Küçük Prens”te kullandığı, “Sevmek, insanların birbirinin yüzüne bakmaları değildir, birlikte aynı yöne doğru bakmalarıdır.” biçimindeki ifadesini doğrulayan bir duruşu vardı. Bu nedenle o kapitalizmin insan çölünde hiçbir zaman yalnız değildi; çoğalır ve çoğaltırdı.

 

Yabancılaşmanın Anti-Tezi, Özgürleşmenin Habercisiydi

Marks, özel mülkiyetin bozucu etkisine dikkat çekerken, insanın insan olarak yoksullaştığını söyler. Kolunu kaybettiğinde gördük ki Vefa’nın kendi kolu bile özel mülkiyeti değildi. Tavizsiz/ölümüne direnmek, kolunu da canını da alabilirdi. O bunun bilincinde kolunu verdi. Veya kolunu alanlarla bu bilinç içinde mücadele etti.

Bugüne dek yapılan sınıfsal değerlendirmeler gösteriyor ki yabancılaşma, birey-toplum ilişkisinde bireyi toplumsal ve kolektif olandan uzaklaştırır, kendi içine kapanma, daralma ve bir çeşit hapishaneye dönüşecek şekilde bireysel kabuklarını kalınlaştırma sonucunu doğurur; anlam ve içerik yitimi yaşanır. Halbuki yaşamı aşkla karşılamak ve devrimin değiştirici rolünü bugünden yaşayabilmek, bireysel sınırların dışına taşmayı gerektirir. Bu bağlamda yabancılaşma ne denli kırılabilirse, özgürleşme yolu o denli açılır; yaşam, anlam ve içerik kazanır.

Oscar Wilde, “Değil mi ki insan hapiste bile bir kuş kadar özgür olabilir. Ruhu özgür olabilir. Kişiliği dupduru kalabilir. Huzur içinde olabilir.” der. Vefa’nın, tutsaklık koşullarında duvarların dışına taşabilmesine ve özgürleşme yolunda yol alabilmesine imkan tanıyan nitelikleri, yabancılaşmaya koyduğu mesafeyle ve taşıdığı içsel karşıtlıklarla doğrudan ilintiliydi. Onu, duvarlara rağmen özgür, kolunu yitirmesine rağmen mutlu ve güçlü hissettiren niteliklerdi bunlar.

Victor Hugo, “Nehirlerin geri akmaması gibi, düşünceler de geri gitmez” demiş ve “geleceği istemeyenler şunu düşünsün. İlerlemeye hayır diyerek, mahkûm ettikleri gelecek değil, bizzat kendileridir” diye eklemişti. Vefa, yaşam pratiği ve değerleriyle böyle bir duruşun, antiteziydi; düşleri de pratiği de uzun menzilliydi.

Sohbetlerimiz ve Vefa’ya karşı sorumluluğum

Onunla aşk üzerine, sosyalizm üzerine, gelecek düşü ve ütopya üzerine, Lenin üzerine, devrim ve devrimcilik üzerine yaptığımız sohbetler, benim için çok değerli ve derinleşebilmeye imkan tanıyan çok özel sohbetlerdi; aramızdaki farkların mesafe oluşturucu niteliğini silen, yoldaşlaştırıcı bir paylaşımdı.

Gidenlerin ardından ayrıntılara girerek anı yazmak, öznelleşebilme ihtimali sebebiyle genellikle kaçındığım bir durumdur. Vefa için yazarken de buna özen göstermeyi, ona karşı bir sorumluluk olarak görüyorum. Benzer şekilde, bir devrimciyi, uğrunda bedel ödediği değerler üzerinde anımsamak da bir sorumluluktur. Bu nedenle, yazdıklarımı içerik anımsamaları düzeyinde tutmaya çalıştım. Aşağıdaki notlar, onunla yaptığımız sohbetlerin türüne/niteliğine dair genel tutulmuş, örnek niteliğinde kısa bir özet olarak görülebilir.

Bugünün en önemli tartışmalarından biri de birey-toplum, birey-örgüt hatta birey-aile ilişkisidir. Toplumsallık veya örgütlülük bireyin baskılanması değil birey olma özelliklerinin daha özgürce, içi dolu yani anlam yitimine uğramadan yaşanmasıdır.

Sevgili ilişkisinde bile rastlanan “ben” olma, asimile olmama tartışmaları, ilişkiye bir dirençten çok ilişkinin törpüsüne dirençtir.

Gerçekte en büyük teslim alma ve asimilasyon aracı devlet/iktidar ise de yaşamın tüm kesitlerine sinmiş halde olan ve bir çeşit mikro iktidar olarak karşımıza çıkan sistemin lokal düzeydeki yeniden üretimi de özgürlükler açısından bir sorundur; kapitalizmin yeniden üretimini sağlayarak devamlılığına yardımcı olur.

İşte sosyalizm, bu yolda ne denli ilerlenmiş olduğuna yani nasıl bir bozulma, çürüme vb. yaşanmış olduğuna bağlı olarak geliştirilmesi gereken bir alternatif dünyadır. Bu, “Ezber”e sığacak bir kapsam değildir; yaşamda sanatçı olmayı, yaratıcılığı gerektirir.

George Lukács’ın, sanatın yeni bir toplum düzeni için gerekli olan nitelikleri bulup çıkarmayı temel aldığını söylemesi, sosyalizmin bugünkü niteliklerinin nerede ve nasıl aranması gerektiğine dair temel önemde bir ipucudur.

Bugün sosyalizme dair alternatif zeminlerde rastlanan düşsel ve düşünsel zayıflık, ufuk yetersizliği veya sosyalizm denilen muhtemel “toplumsal cennetin” tasvirindeki problem, içinden geçilmekte olan döneme özgü sorunların çözüm yöntemine de yansımakta, anın sosyalizmi olarak somutlanması gereken devrimcilik, tarihsel olarak hak ettiği sonuçları/başarıları elde edememektedir. Bu nedenle, umudu politikleştirip ortaya koyacağımız ütopya, bugünün kazanılmasında da önemli bir işlev görecektir.

Bugün en büyük sorunlardan biri, insanların hiçliğe çağrışım yapacak boyutta anlam yitimine uğramasıdır. Çünkü hiçlik, geleceğe dair umudu öldürür. Bu ölüm, itirazın ve mücadelenin de ölümüdür; teslimiyettir.

Mücadelenin sorduğu kimi sorular var ki yanıtları mevcut tüm kitapların (yazılı ürünlerin) kapsamını aşar. Burada soyutlayarak biriktiren ve biriktirdiğini hayatın ve kavganın en özel kesitlerinde test eden öznelere (öznelerin zihinlerine) ihtiyaç vardır.

Oscar Wilde, Sosyalizm ve İnsan Ruhu adlı kitabında sosyalizmi estetik bir hayatın yolunu açacak bir sistem olarak görür. Hatta Wilde sosyalizmi, insanın kendini özgürce geliştirebilmesi için gerekli zeminin hazırlanması olarak da görür.

Vefa, bir devrimcinin aynı zamanda bir sanatçı olması gerektiğinin bilincindeydi. Son sözü bu bağlam içinde söylemek gerekirse; “Kalbin konuşması sonsuzluktan gelir” diyor Morgan. Yüreğimizle konuşup gelecek düşü kurmalı, ütopyalar oluşturmalıyız. Yüreğimizle konuşmak için umutsuzluğa düşmemek durumundayız. Pandemi dahil en zor koşullarda umudu büyütmek mümkün; Vefa gibi…

Mehmet Yeşiltepe

08.02.2021