İyi liselerde, dershanelerde, üniversitelerde gördüğü uzun, pahalı ve yorucu eğitim süreçlerinden geçip de 'büyük' ünvanlarla, çok iyi bir CV ile iş hayatına atılan kaç genç vardır aramızda? Ailelerin ve toplumun büyük bir kesiminin hayranlıkla baktığı bu insanların sayısı azımsanacak gibi değil. Ben de bu insanların arasına yeni katılmış biri olarak, artık bu yazı kaçımıza ulaşabiliyorsa, o kadar kişiyle deneyimlerimi paylaşmak adına bu yazıyı yazma ihtiyacı duydum.
Geçtiğimiz yaz Türkiye'nin ve hatta dünyanın sayılı üniversitelerinden birinden mezun oldum. Doğup büyüdüğüm ilin en iyi Anadolu Lisesi'ne nasıl girdiysem, bu üniversiteye de aynı azim, kararlılık ve heyecanla girmiştim. Hayatımın hiçbir aşamasında, özellikle eğitim ile ilgili konularda, hiç tembel biri olmadım. Aslında her ailenin imreneceği, toplumun 'kişi' sayacağı birçok etikete ve başarıya sahiptim.
Mezun olduktan bir hafta sonra yine Türkiye'nin alanımda hatırı sayılır ofislerinden birinde iş görüşmesine çağrıldım. İş görüşmesine gittiğimde beni etkileyen ilk şey ofisin büyüklüğü, çalışanların kendinden emin duruşlarıydı ya da bana öyle geliyordu, çünkü ofisin 'adı' vardı. Görüşme sırasında 3 aylık sigortasız deneme süresinin olduğunu söylediler. Yasal bir uygulama değil, yine de “peki” dedim. “Mesai saati 09.00-18.30, Cumartesi yarım gün (4 saat)” dediler. “Peki” dedim. “Yoğun çalışıyoruz, mesaiye kalıyoruz ve mesai ücrete dahil değil” dediler. Ona da “tamam” dedim. “Maaş için ne düşünüyorsun” dediler. TMMOB'un belirlediği asgari ücretimizden birkaç yüz TL fazla söyledim. Not aldılar. “Biz sana döneceğiz” dediler. Ve 2 saat sonra telefonla işe alındığımı ve bir hafta sonra başlayabileceğimi söylediler.
İşsizliğin yoğun olduğu bir ülkede bu kadar kısa süreli ve görece hayatını devam ettirebileceğim bir maaşla işe başlamak başta insanı çok mutlu ediyor tabii. İlk hafta mesai bitiş saatimiz olan 18.30'dan yarım-bir saat arası geç çıktım. Yeni bir iş alındı. “Bir süre yoğun olacağız” dendi, ikinci hafta bu süre bir miktar daha uzadı. İkinci hafta 19.00-22.30 arası çıktım. Haftalık çalışma saatim ilk hafta 46,7 iken, bu ikinci hafta 62,6 saate çıktı. Bunların hepsini kaydettim. Bu arada yarım gün olan Cumartesileri 6 saat çalıştım. Sıkıcı mı geldi? Bekleyin!
Üçüncü hafta, hafta içleri 20.00-21.00 arası çıkarken, Cumartesi 10.00-21.00 arası, Pazar da sabah 11.00 gece 00.00 arası çalıştım. Sonra Pazartesi tekrar işe geldim. 13 gün aralıksız çalıştım. 3. haftayı da eklersek, 3 haftada yaklaşık 4 haftalık mesai yapmış oldum. Sonraki haftalar da mesai saatleri asla düzelmedi. Bir buçuk ay bu tempoyla çalıştım. Bu işin matematik kısmıydı. Gelelim sosyo-ekonomik kısmına...
Geldiğim ilk hafta, büyük patronun ekip başıma hakaretler ederek herkesin önünde bardak fırlatmasını atlıyorum, çünkü bu iş dünyasının gerginliğinde olabilecek bir durum (ekip başımın dediğidir). Benim ve diğer çalışanların yaşadığı gerginlik, uykusuzluk, halsizlik, anında karar verememe, robotlaşma ve -benim dışımda- yaşadığı durumun normal ve insani olmadığının farkında değilmiş gibi durumlar yaşandı. Evden erken çıkıp, sürekli bilgisayar başında çalışıp, gece geç saatte ofisten çıkıp yatağa bile gidememe halini sürekli yaşadım. Bacak, sırt ve omuz ağrılarım arttı. Fazla kahveden mide yanmaları, düzensiz beslenmelerden kilo kaybı vs... Bir noktadan sonra bunlara psikolojik baskılar da eklendi. Azarlanmaya başladım. Bunu da çok profesyonelce yaşadım. “Sana bunu yapmanı kim söyledi?”ler, “Kendi kafanıza göre iş yapmayın”lar, “Kendi yaptığınızdan içiniz gerçekten rahat mı?”lar, “İsmimle hitap etmeni istedim diye benim senin üstün olduğumu unutma!”lar, “Başkası yerimde olsa seni patrona çoktan söylemişti”ler, “Yeni mezun gençler hiçbir şey bilmese de çok şey biliyormuş gibi CV hazırlıyorlar, neylerine güveniyorlarsa”lar, “Bunu yapıyoruz, çünkü ben böyle istiyorum, hahaha”lar ve daha onlarcası...
Ve işin korkunç yanı, diğer çalışanların arasında söylenmediğim sürece bunların hiçbiri konuşulmadı. Her şey normalmiş gibi devam etti. Sonra ben gerildikçe onlar da gerildi. Çalışanlar da durumun vahametinden yakınmaya başladılar ikili sohbetlerimizde.
Maaşla ilgili hiçbir gelişme olmadı bu süre boyunca. Bir ay dolduktan sonraki hafta ben maaşımın ne zaman verileceğini sordum. Yine yoğun olduğumuz bir dönem olunca böyle konular üzerinde çok durulmuyor. “Soracaktım ben aklımdan çıktı, yarın tekrar hatırlat”larla geçti bir hafta da. Diğer hafta da farklı değildi. Bayram geldi çattı, arife günü de çalıştım. Ve artık o gün belli olması gerekiyordu. Muhasebeye gidin dedi ekip başım. Gittim. Önceki ayın ortasında işe girmiştim ve bir buçuk aylık param vardı içeride. Muhasebeci beni 20 dk beklettikten sonra “Biz senin maaşını şu kadara netleştirdik” diyerek önüme yarım maaşımı koydu. Söylediği rakam, başta anlaştığımız rakamın 3'te 2'si. Ve TMMOB'un asgari ücretinin altında. Sigortam yok, sözleşme yok, asgari ücretin altında bir maaş. Ve sonradan öğreniyorum ki deneme süresi sonrası sigortanın da asgarisi yatırılıyormuş. “Öyle mi? Tamam.” dedim. Bayramdan sonraki hafta içeride kalmasın diye beklediğim parayı da aldım; tabii o sırada karşılığını vermedikleri 1 hafta da çalışmış oldum. Şirket o dönem yurt dışında bir ofis daha açmanın sevinci içindeyken, ben işten ayrıldım.
Bunlar aslında biraz da üstünkörü bilgiler oldu benim için, ama okuyanlar az biraz durumu anlamıştır. Ve işin korkunç tarafı bu sektörde çok yaygın bir sömürüyken, beyaz yakalı diye tabir edilen kişilerin büyük çoğunluğunun bundan bihaber yaşaması. Nasıl oluyor demeyin, sabah cebinde kalan son parasıyla Starbucks'tan bir kahve alıp ofise rayban gözlüklerle geldikten sonra sömürünün S'i akıllarına gelmiyor. Tabii bu genel durum diye her beyaz yakalı yaşadığının normal olduğunu kabulleniyor diye bir şey yok. Ancak kabullenmemek de bir işe yaramıyor. Bu sömürü örgütlü ve sistematik bir şekilde yaşanıyor. Ancak biz bu kadar örgütlü ve sistematik karşılarında duramıyoruz. Hatta yeri geldiğinde patrona yaranmak için bizim gibi çalışan insanların arkasından konuşabiliyoruz.
İşçi ya da emekçi olan ailelerimiz toplumda onların yaşadığı sorunları yaşamayalım diye bizi en iyi şartlarda okutmak için ellerinden geleni yapıyorlar. Kendilerinden kısarak en iyi okullara göndermeye çalışıp üzerimize titriyorlar. Onlardan daha çok sömürüldüğümüzü söylesek, belki de gülerler. Ama bu teşhiri yapma ve bizim gibi insanlarla bir arada mücadele etme zamanı; çünkü “geleceğimizi garanti altına alma” Starbucks'tan karton bardakla aldığımız bir kahvenin değil örgütlülüğümüzün sonucu olacaktır.
İstanbul'dan Bir Beyaz Yakalı