Kanalİstanbul Projesi'ne karşı çeşitli kesimlerden tepkiler günden güne güçlenerek artıyor. Proje'nin ne olduğuna dair bilgi kirliliği ise had safhada! Öncelikle işin ehli olanlara başvurarak projenin ne olduğuna bir göz atalım:
TMMOB İstanbul Çevre Mühendisleri Odası Yönetim Kurulu Başkanı Meryem KAYAN'ın açıklamasına göre " Marmara bölgesinde yaklaşık 45 km uzunluğunda, 20.75 m derinliğinde, 250 m genişlikte yapılması öngörülen söz konusu "Kanal"; Karadeniz‘den Marmara Denizine kadar tüm coğrafyayı onarılmaz ve kestirilmez bir biçimde etkileyecek hasar ve yarılma meydana getirme tehdidi taşımaktadır.
Söz konusu Kanal güzergâhı; Küçükçekmece Lagün Havzasında Sazlıdere - Durusu güzergâhında tasarlanırken, Kanalın, İstanbul ili Küçükçekmece ilçesi, lagün/deniz ara kesitinden başlayıp, Altınşehir ve Şahintepe mahalleleri arasından Küçükçekmece Lagünü Sazlıdere boyunca geçirilerek, Sazlıdere Barajı üzerinden Sazlıbosna ve Dursunköy mahallelerinin yakınından Arnavutköy'ün batısına varmakta, Baklalı, Terkos ve Durusu mahallelerinin arasından Karadeniz‘e çıkmak üzere önerilmektedir.
Kanal projesinin Marmara, Trakya, Karadeniz bölgesi anakarası, kıyı ve denizleri başta olmak üzere giderek tüm coğrafyayı, ekolojik, ekonomik, sosyopolitik olarak geri dönüşü mümkün olamayacak biçimde olumsuz etkileyeceği açıktır."
Her Dönem Isıtılarak Önümüze Getirilen Proje: Kanalİstanbul
ABD'nin 1950 yılında Sovyetler Birliği’ne karşı planladığı ve hayata geçirmeye çalıştığı Karadeniz Marmara Denizi Kanalı projesi haritası ile Kanalİstanbul Projesi haritası arasındaki benzerlik dikkat çekici bir noktada. Yani malum şahısların "büyük hayalleri"nden çok, emperyalizmle olan bağımlılık ilişkilerinin bir sonucu olarak görmek gerekiyor. En uygun koşulda yerine getirilmesi gereken bir ev ödevi aslında.
Yakın tarihimizde 1990'da TÜBİTAK tarafından Ağustos ayı Bilim Teknik Dergisi'nde yayınlanan bir makale dikkat çekicidir: "İstanbul Kanalını Düşünüyorum" adlı makalede, kanal güzergahı Büyükçekmece gölünden başlayarak Terkos gölünün batısından geçecek şekilde Marmara'nın Karadeniz'e bağlanması şeklinde tarif ediliyor.
1994' de Ecevit İstanbul'un Avrupa yakasında Karadeniz ile Marmara arasında bir kanal açılmasını önermiş, bu proje DSP'nin Kanal Projesi adıyla partinin seçim broşüründe yerini almıştır.
Her dönem bir başka vesileyle aynı proje önümüze gelmiştir aslında. Bu bağlamda bakacak olursak ABD Senatosu’na 2006 yılında verilen bir yasa taslağında; “İstanbul ve Çanakkale Boğazlarını ilgilendiren Montrö Antlaşması’nın, ömrünü doldurduğu, bu anlaşmanın günün koşullarına uygun olarak yeniden düzenlenmesi gerektiği” söylenir.
Kısa bir süre sonra, ABD Türkiye Büyükelçisi Ross Wilson, Ankara’da bir açıklama yapar ve Montrö Anlaşması’nı kamuoyunda tartışılabilir duruma getirir. 3 Mart 2006’da gazetecilere, “Montrö Antlaşması oldukça açık ve biz Karadeniz’in uluslararası sularda bulunmasından kaynaklanan haklarımızdan yararlanmak istiyoruz. Yani gerektiğinde gemilerimiz buraya girebilir” der.
Bundan kısa bir süre sonra; 2008’de Gürcistan’a müdahale için Karadeniz’e girmek isteyen ABD savaş ve uçak gemilerinin sözleşme gereği Karadeniz’e girmesine izin verilmemesi ile açığa çıkan problemler de göstermektedir ki, emperyalistlerin çıkarı için bu yolun açılması büyük önem taşımaktadır.
RTE'nin Başbakan olduğu dönemde, 26 Nisan 2011' de, Haliç Kongre Merkezi’nde “Türkiye Hazır Hedef 2023” adını verdiği bir basın toplantısı düzenledi. Burada Karadeniz’i Marmara’ya bağlayacak ve Kanalİstanbul adını alacak ikinci bir su yolu açılacağını RTE bizzat açıkladı.
ABD’nin Montrö Antlaşması’nı ortadan kaldırmak için yaptığı ani atak nedensiz değildi. Büyük Orta Doğu Projesi girişiminin hızlanması için Karadeniz havzasının, Kafkasya ve Balkanların ABD denetimine girmesi isteniyordu. Bunun için "her tonaj, tür ve sayıda ABD gemisi", Karadeniz’e denetimsiz girmeliydi.
Büyük Ortadoğu Projesi kapsamındaki konuşmalarda sık sık dile getirilen bir nokta olmuştu. Tarihsel bağlarıyla ortaya koyduğumuzda, bu projenin inatla yapılma ısrarının altında rantın yanı sıra ve daha da çok 3. Dünya Savaşı'nı, küresel iç savaşları görürüz; böylelikle yaşananlara duru gökte çakan bir şimşekmiş gibi bakmamak mümkün olabilecektir.
Küresel bir iç savaş projesi olarak orta yerde duran bu kanal projesinin diğer ayağı ise ranttır.
Şimdi gelelim Kanal İstanbul Projesi kapsamında değerlenecek olan araziler, kimlere pay edilmiş konusuna...
2011'den bu yana Kanal İstanbul'un gündeme gelmesiyle birlikte, 30 milyon metrekare arsa hareketi olduğu açıklanmıştı. “30 milyon metrekare Beyoğlu, Gaziosmanpaşa ve Bayrampaşa büyüklüğü demek”
Katar Emiri Şeyh Temim bin Hamed el-Sani'nin annesi Şeyha Moza’nın Başakşehir’de 100 bin lira sermayeli şirket kurup 1,5 ay kadar sonra Kanal İstanbul güzergahında 44 dönüm arazi satın aldığı da ortaya çıkmıştı.
Kuveyt uyruklu Mohammad Mad Almarzouq ve Khaled Issam Almarzouq adına kayıtlı Shurak Al Ajdad Gayrimenkul Turizm İnşaat ve Ticaret A.Ş., 125 bin 402 metrekare arazi aldı.
Beş tapusu bulunan şirketin İstanbul Ticaret Sicili’ne kayıtlı olduğu, şirketin kuruluşunun 15 Mayıs 2015 tarihli Ticaret Sicil Gazetesi’nde yayımlandığı belirtildi.
Süleyman el Muhaidib adlı Suudi girişimcinin bölgede 99 bin 97 metrekarelik araziye ait beş tapu kaydının olduğu bildirildi. Suudi iş adamının Türkiye’de büyük tutarlarda gayrimenkul ve enerji yatırımı yaptığı ifade edildi.
Birleşik Arap Emirlikleri uyruklu ve adresi Dubai’de görünen Noora Gayrimenkul Turizm İnşaat ve Ticaret A.Ş. adlı şirketin 79 bin 81 metrekareye ait iki tapu kaydının olduğu belirtildi.
Ahmed Humaid Matar Altayer adlı girişimciye ait olan şirketin İstanbul Ticaret Sicili’ne kayıtlı olduğu ve kuruluşu tarihinin 7 Temmuz 2017 olduğu belirtildi.
Elbette emperyalist kapitalist sistemin çöküşü ve küresel bir iç savaştan bağımsız ele alınamayacak bir konuydu bu; emperyalistlerden izin almadan nefes dahi alamayan bir ülkenin jeopolitik, ekonomik, siyasal ve toplumsal dengeleri göz önünde bulundurulduğunda, şuan her cephede karşı karşıya gelen ve diğer ülkeleri kaç defa yok edebilecek silahları olduğuyla ilgili denemeler yapan ülkeler, şimdi ön bildirim şartı, kalış süresi şartı, tonaj şartı ve en önemlisi deniz altıları ve uçak gemilerini sokamamasından kaynaklı Montrö'nün değişiminden yana.
Montrö Boğazlar Sözleşmesinin artık geçerliliğini yitirdiğini söyleyen ABD'li yetkililerin yanında, Montrö delinmediği sürece bu kanal projesi Türkiye'nin sorunudur diyen Rusya' ya değin ülkelerin düğüm noktası olan Montrö Boğazlar sözleşmesi nedir diye kısaca bakalım isterseniz...
Montrö Sözleşmesi, Türkiye açısından bakarsak barış, savaş tehdidi altında ve savaşta boğazlardan geçecek gemilerle ilgili şartları içeriyor. Montrö gereğince:
Madde 2'de, “Barış zamanında, ticaret gemileri, gündüz ve gece, bayrak ve yük ne olursa olsun, hiçbir işlem (formalite) olmaksızın, Boğazlar'dan geçiş ve gidiş-geliş (ulaşım) tam özgürlüğünden yararlanacaklardır. Bu gemiler, Boğazlar'in bir limanına uğramaksızın transit geçerlerken, Türk makamlarınca alınması Sözleşmesinin Ek'inde öngörülen vergilerden ve harçlardan başka, bu gemilerden hiçbir vergi ya da harç alınmayacaktır.”
Madde 3’te, “Ege Denizi'nde ya da Karadeniz'den Boğazlar'a giren her gemi, uluslararası sağlık kuralları çerçevesinde Türk yasalarıyla konulmuş olan sağlık denetimi için, Boğazlar'ın girişine yakın bir sağlık istasyonunda duracaktır. Bu denetim, bir temiz sağlık belgesi ya da bu maddenin 2. fıkrasındaki hükümlerin kapsamına girmediklerini doğrulayan bir sağlık bildirisi gösteren gemiler için, gündüz ve gece, olabilen en büyük hızla yapılacak ve bu gemiler Boğazlar'dan geçişleri sırasında başka hiçbir duruş zorunda bırakılmayacaklardır...”
Madde 10’da, “Barış zamanında, hafif su üstü gemileri, küçük savaş gemileri ve yardımcı gemiler, ister Karadeniz'e kıyıdaş olan ister olmayan devletlere bağlı bulunsunlar, bayrakları ne olursa olsun, Boğazlar'a gündüz ve aşağıdaki 13. ve sonraki maddelerde öngörülen koşullar içinde girerlerse, hiçbir vergi ya da harç ödemeksizin, Boğazlar'dan geçiş özgürlüğünden yararlanacaklardır.”
Madde 13'te, “Savaş gemilerinin Boğazlar'dan geçmesi için, Türk Hükümetine diplomasi yoluyla bir ön-bildirimde bulunulması gerekecektir. Bu ön-bildirimin olağan süresi sekiz gün olacaktır; ancak, Karadeniz kıyıdaşı olmayan devletler için bu sürenin onbeş güne çıkartılması istenmeye değer sayılmaktadır. Bu ön-bildirimde gemilerin gidecekleri yer, adı, tipi, sayısı ile gidiş için ve gerekirse, dönüş için geçiş tarihleri belirtilecektir. Her tarih değişikliğinin üç günlük bir ön-bildirim konusu olması gerekecektir.”
Sözleşmenin diğer maddelerinde ise genel olarak, Karadeniz'e kıyıdaş olmayan (Türkiye, Rusya, Ukrayna, Romanya, Bulgaristan, Gürcistan dışındaki) devletlerin bu denizde kalış süreleri 21 gün ile sınırlı tutulmuştur. Boğaz geçişlerinde Türk hükümetine diplomasi yolu ile ön bildirim şartı konuşmuş Karadeniz' e kıyıdaş devletler için bu süre, geçişten tam 8 gün önce kıyıdaş olmayanlar için ise 15 gün olarak belirlenmiştir.
Sözleşme yalnızca kıyıdaş devletlerin denizaltılarının boğazdan geçişine izin verirken bunu da koşula bağlar: Ekim 2013 itibariyle bu tonaj sınırlaması 30 bin ton olarak belirlenmiştir. Sözleşme gereğince yalnızca Karadeniz’e kıyıdaş devletlerin denizaltıları geçiş yapabilecekken bunun koşulu olarak sadece Karadeniz dışında yaptırdıkları ya da satın aldıkları denizaltılarının Türkiye'ye vaktinde haber vermesi koşulu ile geçirebileceğinden bahsediliyor. Boğazdan geçişte bulunacak bütün yabancı deniz kuvvetlerinin en yüksek toplam tonajı 15 bin ton olarak belirlenerek, diğer bir sınırlama olarak 9 gemiyi aşmaması yönünde ek yapılmıştır.
Rusya, Kanal İstanbul ile ilgili yaptığı açıklamada "Montrö aşılmadığı sürece bu Türkiye'nin sorunudur" diyerek aslında projeye itiraz etmediğini ilan ederken, bir çok Amerikan basını bunu heyecanla karşıladı ve ekolojik yıkım boyutunu iki yüzlü homurdanmalarla geçiştirdiler.
Kısacası, Kanalİstanbul'un Karadeniz'e kıyıdaş olmayan ülkelerin savaş gemilerine yönelik kısıtlama getirmiyor oluşu, serbestçe girilemeyen tek yer olan Karadeniz'e girmek için bir fırsat olarak görünüyor... (Tabii Montrö’nün aşılabilmesi için benzer bir kanalın Çanakkale için de yapılması, oranın da baypas edilmesi gerektiğini not olarak düşelim. Zira sözleşme her iki boğazı kapsayan hükümler içeriyor.)
Birçok yönüyle ele alınması gereken ve durdurulması gereken bu proje için son sözü kitleler söyleyecektir. Masa başında kurulan planların pratiğin okulunda değiştiği örneğini tüm dünyada görüyoruz.
Herkesin "bayram değil seyran değil hükümet bu projeyi niye gündeme getirdi" diye sorduğu bir ortamda birileri yine "gündem değiştirmek maksatlı" şeklinde açıklamalar yapma sığlığına düşme hakkına sahip elbette; ama meselenin bu kadar basit olmadığı, bu dönemde gündeme getirilmesinin tesadüf olmadığı; işin içerisinde rant pazarlıklarının yanı sıra ve daha fazla süre giden 3.Dünya Savaşı ve küresel iç savaşlar olduğu dikkatli bir gözle bakılırsa görülebilecektir.
Nergiz Asya