Seçim sonuçlarına dair bir çıkış yoluna işaret ettiği için umutsuzluk üretmeyen özgün bir değerlendirme, Birgün yazarı Metin Özuğurlu’dan geldi: “Bu seçimlerin en ayırt edici yanı, bireysel oy tercihlerini ortak bir değişim arzusunda buluşturan ve böylece seçmene özgü oy davranışı ötesinde kendinde-halk davranışı sergileyen milyonların varlığı oldu. Politik bir motif olarak değişim arzusunun dokunduğu bu kolektif duygu durumu tasada ve kıvançta ortaklaşmış bir halk durumuna yol açtı” diyor ve durumu özetliyor: “%48’lik oran değişim isteyen seçmenleri değil, değişim arzusuyla halklaşmış kolektif iradeyi temsil ediyor.”
Bir kaç noktada itirazımız olacak. Öncelikle, emekçi sınıfları tasada ve kıvançta ortaklaştıran, bütün sınıfları derinden sarsmakta olan şiddetli ekonomik ve siyasi buhrandır; seçimlerin tek başına böyle bir gücü hiç olmadı, ama bu kolektif arzunun ne kadar yaygınlaştığını açığa çıkardı. İkincisi, Özuğurlu, bu özgün değerlendirmesini, yazısının ilerleyen bölümlerinde CHP’ye “Kuvvayi Milliye ruhunu” hatırlatmak için kullanıyor ve bir çuval inciri berbat ediyor. Üçüncüsü, dile getirdiği oran (%48), yazısında yer verdiği hileleri hesaba katmıyor. Öyleyse son seçimler üzerine değerlendirmeyi bu noktadan başlatalım:
Dinci faşist iktidara kin bileyen herkesin gayet iyi bildiği, konuşup tartıştığı türlü çeşit hileye dair binlerce kanıta burada girmeyeceğiz. Ama bir toplamdan bahsetmek yerinde olur. Dinci faşizmin ne kadar oyu çaldığını tam olarak bilmek mümkün olmasa da, ne kadar oyun “hileye açık” halde bulunduğunu tespit etmek mümkün.
Karşımıza çıkan ilk ve en büyük sayı, 6.4 milyondur yani 2010 yılından bu yana birike birike gelen, gerçek nüfusa oranla daha fazla görünen seçmen sayısıdır. İkinci sırada, deprem bölgesinden göç edip, bu yıkım ve yoklukta memleketine geri dönmek gibi bir engelle karşılaşan 3 milyon oy var; bu konuda büyük gayret gösteren Hatay bile, sadece üçte biri geri dönüp oy kullananlara şahit oldu. Üçüncü sırada, seçim takvimine ayarlı aç-kapa yöntemiyle üniversite gençliğinin aynı engelle karşılaştığı 2 milyon oy bulunuyor. Dördüncü sırada, sandıklarda görevlendirilen 600 bin asker ve polisin “görev kağıdı” ile defalarca oy kullanabilmesinden kaynaklanan bir sayı var ki, örneğin TKP, bu yoldan, en az yabancı seçmen kadar oyun iktidara gittiğini söyledi; yani 1,5 milyon. Yabancılara verildiği iddia edilen aynı miktar seçmen kağıdını da hesaba katarsak, en az 15 milyon oy, toplamın %25’i, “hileye açık” bir duruma gelmiştir. Bu orana, binlerce kanıtını gördüğümüz oy kaydırmalar, YSK bilgisayarına yerleştirilen algoritma sayesinde otomatik hesaplamalar, toplu oy kullanmalar vs, dahil değil. Yine de, ihtiyatlı davranıp, %25 oranını değerlendirmemizdeki en iyimser veri olarak kullanabiliriz.
Sonuç olarak, Özuğurlu’nun dile getirdiği “değişim arzusuyla halklaşmış kolektif irade”, %48’in üzerindedir. Öte yandan, bütün tantanaya inat, kendini burjuva seçeneklere mahkum görmeyip, seçim tiyatrosuna katılmayı reddeden ve kendilerini oy kullanmayan 8 milyon içinde gizleyen boykotçu kitleleri de bu hesaba katmalıyız. Bu durumda, hileye açık %25’in tümünün dinci faşist iktidar tarafından gasp edilemediğini varsaysak dahi, söz konusu kolektif iradenin %70 gibi nüfusun ezici çoğunluğuna ulaştığını rahatlıkla öne sürebiliriz.
Bir sonraki adım için bu kadar rahat olmayalım. Çünkü sözünü ettiğimiz çoğunluk, büyük oranda millet ittifakı denen ucube gericiliğe oy verdiler. Öyleyse burada, söz konusu çoğunluğun nasıl bir değişim istediğini masaya yatırmak gerek.
CHP’ye oy veren kalabalıkların, gerçekte devrimci ajitasyona açık bir kitle olduğunu, yakın bir tarihte bizzat deneyimledik. Gezi Ayaklanmasında sokaklarda onlar vardı ve devrimciler en yakın desteği onlardan gördüler. Deva, Gelecek vb partilerin %1’i bile bulmadıkları biliniyor. Geriye, %70’in yanında %8,5 gibi küçük bir meblağı temsil eden İYİP kalıyor. Akşener ve yönetici tayfasının tescilli faşistler olduğundan kimsenin kuşkusu yok. Öte yandan, yine Gezi ayaklanmasında gördük ki, sele kapılıp devrimci ajitasyona açık hale gelen, faşist partilere oy vermiş bir kitle var. Akşener, MHP’yi bölmek için acele ederken, tek gayesi, sele kapılan kitle tabanını korumaktı. Bu çabanın son örneklerini seçim sürecinde gördük. Korkunç yıkıcı etkili ekonomik buhran, selin etkisini arttırmıştı. Bu yüzden Akşener ve ekibi gittikleri her yerde, ırkçı-faşist söylemi konuşmalarında arka planda tutarak, bol bol sefaletten, açlıktan bahsettiler; AKP döneminde zenginleşenlere karşı kabaran öfkeyi tepe tepe kullandılar. Esasta bir “esnaf partisi” olmaya soyundular, en çok da esnaftan ilgi gördüler.
Bu noktada, “Perşembe Pazarı Tarihi” adlı araştırmasıyla bilinen akademisyen Müge Eda Altınoklu’nun bir gözlemine yer vermenin sırasıdır: “Esnaf milliyetçi muhafazakar kabul edilir, ancak ben çalışmamda bu ideolojik konumlanışın verili olmadığını, aksine esnafın kendi sermayesini üretemediği kriz zamanlarında antikapitalist ve devletçi bir söylemin çıktığını da görüyoruz.” (20.11.22 Birgün gazetesine röportaj) Herkesin dile getirdiği üzere, tarihin gördüğü en yıkıcı kriz ortamında, iyice kabarmış olan antikapitalist (ama yine de esnaf) tutumundan Akşener ve ekibi alabildiğine yararlandılar. Partileri değil, onlara oy veren emekçi kitleleri hesaba kattığımız bir değerlendirmede, bu nokta gözden kaçmamalı.
Bir sonraki adımda, %70’i analiz etmek için yeni bir ayrıma ihtiyaç var, “değişim arzusu”nun içeriğini belirtmek önemli. Değişim yönünde büyük kitlesel hareketleri barındıran tarih dilimlerinde, iki ana eğilim, başka türden değişim isteklerini egemenliği altına alır. İlki, mevcut düzenle bir sorunu olmadığı halde mevcut hükümetle sorunu olanların istediği iktidar değişimiyle sınırlı kalan eğilimdir. Diğeri, köklü toplumsal değişimleri yani devrimi odak noktasına koyan eğilimdir. Tarihi önemde değişimleri, bu ana eğilimde toplanmış kitlelerin birleşik gücü belirler.
Pek çok devrim vardır ki, sadece hükümeti değiştirmek isteyen kitlelerin hareketlenmesiyle start alır. Yine pek çok devrim vardır ki, bu eğilimdeki kitlenin diğerine üstünlük sağlaması nedeniyle yarıda kalmış, çalınmıştır. Karşılaştığımız kitle hareketlerinin bize verdiği derslerden biri şudur: İzlenen yol, yani mücadelenin biçimi, içeriği üzerinde etki eder ve hangi eğilimin diğerine galebe çalacağını, belirler. Eğer izlenen yol parlamenter yol ise, ya da son hesaplaşmayı bir seçime endeksliyorsa, mevcut hükümete karşı olmakla yetinenlerin, mevcut düzene karşı olanlara üstünlük sağlayacağı neredeyse kesindir. Eğer yolunuz bir ayaklanmadan geçiyorsa ve “sokağın gücünü sandıklara taşımak” gibi bir budalalık peşinde değilseniz, mevcut düzene karşı savaşanların, salt mevcut hükümete karşı harekete geçenleri, bu sonuncular ne denli kalabalık olursa olsunlar, kendi dümen suyunda sürüklemeleri aynı kesinlikte dile getirilmelidir.
Değişim isteklerinin bu iki ana eğilimden ibaret olmadığının altını tekrar çizelim. Köklü toplumsal değişimi arzulamalarına rağmen, iktidar değiştirmenin yeterli olacağını sananlar (ki böyleleri CHP’nin oy tabanında çokça vardır); yine köklü değişim istemelerine rağmen, buna güç yetmeyeceği için; işe iktidarı bir seçimle değiştirerek başlamak isteyenler (ki bunlar sosyal-uzlaşmacı partilerin sadece tabanlarında değil, tepelerinde de bolca bulabilirsiniz); mevcut iktidarın değişimiyle azıcık nefeslenip sosyal yaşamlarının itibarını yeniden kazanmaktan ötesini düşünemeyenler (sanatçılar, akademisyenler ve cümle “şöhret”takımının isteği), vb vb. Ama günün sonunda, tüm farklılıklar silinir ve mücadelenin muhasebe defteri, kitle hareketine hangi ana eğilimin yön verdiği ile kapanır.
Son seçimler, mevcut iktidarı göndermekten başka derdi olmayanların, diğer değişim arzularına baskın gelmesinin açık resmini sundu. Bu sayede, köklü bir değişimden yani bir devrimden yana eğilim duyanların arzusunu görünmez kıldı, bu büyük devrimci birikim %70’in içinde eridi. Umutsuzluk çukurunda debelenip duran uzlaşmacı sosyalistlere “hiç gücünüz yok” tamtamlarını çalma fırsatı verdi. Oysa o güç hala orada.
Dikkatli okur, salt rakamlar göz önüne alındığında, bundan önceki seçimlerin de benzer bir tablo sunup sunmadığını merak edecektir. Bugüne farklı tarihsel dönemeçlerden geçip geldik. En başta, tüm manzarayı değiştiren görülmemiş derinlikte bir kriz içindeyiz. Ki bu, %70’in değişim arzunu hiç olmadığı kadar yakıcı hale getirmiştir. Özuğurlu’nun ifadeleriyle “seçmene özgü oy davranışı ötesinde, kendinde-halk davranışı sergileyen” ezici bir çoğunluk belirmiştir. Aynı kitle, önceki seçimlerde defalarca hüsrana uğradı, fakat ilk kez bu kadar çok kendini aldatılmış hisseden ve artık oy vermeyeceğini söyleyen bulunuyor. Millet ittifakı borazanlığını yapan televizyon ve gazetelerin izlenme oranları bıçak gibi kesildi. Seçmene özgü oy davranışı değişim arzusunu bir sonraki seçime kadar buzluğa kaldırmak ve tutundukları politik mevzileri terk etmemekten ibarettir. Şimdi, bunun ötesinde, değişim arzusunu erteleme lüksü kalmayan, politik mevzilerini bu uğurda ve bir çırpıda terk eden muazzam bir kitle var.
Peki bu derin ve ertelenemez değişim arzusuna, mevcut düzeni köklü değiştirmek eğilimi gösterenler yön verebilecek güçte mi? Başka şekilde soralım: Devrimci eğilimli kitlelerin %70 içindeki oranı nedir? Köklü değişim arzusundaki emekçi kitleler, bu isteklerini manifestolar yayınlayarak, pankartlar dizerek duyurmazlar. Onlar böyle bir istek ve eğilimi “anayasal yollar” dışındaki mücadele alanlarına akarak dile getirirler. Bu konuda bir tahmin yürütmemize olanak sağlayan bir dizi deneyim var. Gezi-Kobane Ayaklanmaları döneminde, toplamda 20 milyon insanın, bu ayaklanmalara aktif destek verdiğini biliyoruz. Kuşkusuz, bu 20 milyon insana tek tek sorulabilseydi, içlerinde köklü düzen değişiminden yana olduklarını söyleyenler, bu toplam sayıdan daha az olurdu. Yine de, bireylerin tek tek fikirlerinden bağımsız olarak, katıldıkları hareketin nesnel içeriği düzeni hedef alıyordu.
Öyleyse, durum hiç de uzlaşmacı-umutsuz sosyalistlerin tamtamlar eşliğinde ilan ettikleri gibi değildir. Sosyalistlerin, devrimcilerin doğrudan etkiledikleri ve bir genel hareket içinde etkileyebilecekleri güçler, değişimden yana olanların toplamı içinde oldukça yüksek bir orana sahiptir. Sorun, böyle bir gücün olmamasında değil, bu muazzam gücün dağınıklığında, karşılaştıkları sorunların onlara yüklediği görevler konusunda açık bir fikre sahip olmamalarında ve onlara bu fikir açıklığını kazandıracak, onları toparlayıp koordine edecek bir merkezin yokluğundadır.
NOT: Yazarın konu hakkındaki ilk makalesini okumak için tıklayın.
Umut Çakır