Şu kendilerini çok bilmiş sanan, “akil adam”lar sınıfından gören liberaller ve uzlaşmacı küçük burjuva politik güçler, hani RTE’ye, onun iktidarına “fabrika ayarlarına dön” çağrısı yapıyorlardı ya, işte çağrıları yankı buldu.

Aynı aklıevveller, kısa bir süre öncesine kadar “devlet aklı”na seslenip duruyorlardı. Cizre, Nusaybin, Sur, Ankara, Diyarbakır-Sur, Suruç katliamlarından sonra bile, “devlet aklı”na seslenip durdular. Oysa, öncesi bir yana, Roboski katliamıyla “devlet aklı” ne menem bir şey olduğunu en ahmak kafalara bile göstermişti.

Nihayetinde, partisinin Meclis Grup Toplantısında yaptığı konuşmada RTE, “Kürt sorunu yoktur” diye açıklama yaparak “fabrika ayarlarının” ne olduğunu göstermiş oldu.

Hayır, bu onun fabrika ayarları değil” diye itiraz edip, “RTE’nin fabrika ayarlarını Diyarbakır’da 2005’te ‘Kürt sorunu benim sorunumdur’ sözleri temsil eder” diyorlarsa, ahmaklığın sınırı yok demekten başka yol kalmaz bize.

2005’te Diyarbakır’da RTE’nin, “Kürt sorunu benim sorunumdur” dediği doğru. Çünkü o dönemde, tıpkı bugün “reform yapıyoruz” sözleriyle kitleleri aldatmaya ihtiyaç duyması gibi, kitleleri aldatmak ve bu aldatma operasyonunda darkafalıların destek ve yardımını almak için oltanın ucuna takılan böyle bir yeme ihtiyacı vardı.

Tek ilkesi anti-komünizm, şovenizm ve şeriata bağlılık olan bu adamın ezilen ulus olarak Kürt halkı karşısındaki zikzak ve demagojilerini görmek isteyen şuraya bakabilir.

Dinci faşistlerle uzlaşma hayallerini tüm gerçeklerin yerine ikame eden darkafalıların görmek istemediği iki önemli nokta vardı. Birincisi, RTE’nin kendi sözleriyle söyleyecek olursak demokrasi, RTE, partisi ve aslında tüm dinci faşistler için, bir amaç değil, bir araçtı, bir “tren” idi; istedikleri durağa geldiklerinde o trenden ineceklerini hiç bir zaman gizlemediler.

İkinci nokta ise, RTE, gerçek politik görüşünü, ezilen ulus düşmanı yüzünü 2005 Diyarbakır konuşmasında da “tek devlet, tek millet, tek bayrak” sözleriyle açığa vurmuştu.

Ama, RTE’nin ağzından çıkanları değil, duymak istediklerini okuyan liberallerimiz, küçük burjuva uzlaşmacılarımız, ne o zaman ne de sonra, “pardon bununla ne demek istediniz” diye sordular. Alacakları yanıtı duymak istemedikleri için sormak istemediler demek çok daha doğru olur belki.

Dinci faşist iktidar, faşist devlet de demek mümkün, uzun zamandır, gerçek “devlet aklı”, gerçek “fabrika ayarları” ile karşımızda bulunuyor. Bu “ayarlar” ve “akıl”, ezilen halklara, emekçi sınıflara, yoksullara düşmanlıkla karakterizedir. Aralarda ortaya çıkan zigzaglar, sınıf savaşının seyrine bağlı olarak, kitleleri yatıştırmak, oyalamak ihtiyacı hasıl olduğu zaman yapılan demagojiden, sahte vaatlerden, yalana dayanarak ayakta kalma çabasından doğan ürünlerdir. Tıpkı bugün sahte “reform” vaatlerine başvurmaları gibi.

Bu, Türkiye burjuvazisinin yüzyıllara dayanan toplum yönetme sanatından öğrenip içselleştirdiği bir yöntemdir. Sınıf savaşında emekçi sınıflar ve ezilen halklar karşısında sıkıştığında “reform, özgürlük, yolsuzlukla mücadele” vb. sözleri vermek; kendine gelip gücünü toparladığına inandığında ise tekrar “fabrika ayarlarına” dönmek; yani baskı, terör, katliam politikasına geri dönmek: Tekelci sermaye sınıfı ve faşist devletin toplum yönetme sanatının temel taşı bundan ibarettir.

Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşundan bu yana, burjuvazinin ve onun politik kadrolarının tüm tarihleri boyunca izledikleri politikalar bu temel çizgi, bu temel anlayış çerçevesinde olmuştur. Türkiye’nin yaklaşık yüzyıllık tarihine bu gözle bakıldığında bu gerçek tüm netliğiyle görülecektir.

Tekelci sermaye sınıfının günümüzdeki politik iktidarı olan dinci faşist iktidar ve devletin yaptıkları manevralar, çizdikleri zikzaklar bu bakış açısıyla ele alınıp incelendiğinde gerçek durum anlaşılabilir.

Biz tam bu satırları yazarken gözümüze RTE’nin “yetmez ama evet”çi destekçilerinden bir eski akademisyenin “Erdoğan için kronolojik bir ara bilanço” başlıklı kısa bir araştırması gözümüze çarptı. RTE’nin “fabrika ayarları”nı çok güzel özetleyen bu çalışmanın en öğretici paragrafını almakta bir sakınca görmüyoruz. Şöyle:

Bütün okullar İmam Hatip yapılacak (17.9.1994, Cumhuriyet). Elhamdülillah şeriatçıyız” (21.11.1994, Milliyet). 4 Aralık 1994’te, “Tutturmuşlar ‘laiklik elden gidiyor’, bu millet istedikten sonra tabii elden gidecek, önüne geçemezsin. Ya Müslüman olacaksın ya laik, ikisi bir arada olunca ters mıknatıslama yapar” (21.08.2001, Hürriyet). “Yılbaşına karşıyım” (19.12.1994 Sabah). Ben İstanbul’un imamıyım (08.01.1995, Hürriyet). “Sadece imamlar nikah kıysın” (09.05.1995, Milliyet). “İçki yasaklansın” (01.05.1996, Hürriyet). “Ben tekkeye değil dergaha gittim” (22.1.1997, Gözcü).

Dahası var; bu kadarı yeter!

Bu özetten sonra sorulacak bir iki soru kalıyor: RTE’nin, gerçek yüzünü gizlemek, bütün emekçi sınıfları ve ezilen halkları aldatmak için oltanın ucuna yem olarak taktığı sosyal reformistler, uzlaşmacılar, liberaller hangi yüzle hala ortalıkta dolaşıp duruyorlar?

Yakın zamana kadar -kimisi ise hala- RTE’ye destek veren; “gerekirse hükümetinize koşulsuz destek veririz” diye haber yollayanlar Kürt halkından, emekçi sınıflardan, yoksul kitlelerden özür dileyecekler mi? Yoksa yine pişkin pişkin bildiklerini okumaya devam mı edecekler? Bunu bilemiyoruz; ama onlara şunu söylemek gerekiyor:

İki ülkenin emekçi sınıflarının sırtından inin artık!