Estetik terimi, 18. yüzyılın ortalarından bu yana kullanılmakta olmasına rağmen, estetik tartışması daha eskilere dayanmaktadır. 18. yüzyıldan önceki felsefeciler de estetik üzerine tartışma yürütmüşlerdir. Güzellik tartışması, Platon’un hocası Sokrat’la başlamasına rağmen, estetiğin babası olarak Platon kabul edilmiştir. Aristoteles, Platon’un gökyüzüne çıkardığı dünyayı yeryüzüne indirmiş, Platon’un öne sürdüğü sığ görüşleri, onun, sanatı, insanların siyasal, töresel, dinsel eğitiminde kullanmasını bir yana atarak, sanatın, eğitici, arındırıcı, eğlendirici ve haz verici birçok özelliği olduğuna vurgu yapmıştır. Yalnızca hoşlanma ile sanatın açıklanamayacağını belirtmiştir.
Tanımları genelleştirip sınırlayan Aristo’nun, “güzel nedir” tartışmasındaki etkisi uzun yıllar sürmüştür. Bu etkiyi kırmayı başaran Schiller ve Goethe olmuştur. Goethe, Aristo’nun üç birlik kuralını yıkarak, destan, dram ve liriğin bir eserde, aynı anda olabileceğini vurgulamıştır. “Sanat özgürlüğün kızıdır” diyen Shiller, paranın ortaya çıktığı dönemde sanatın durumunu şu çarpıcı ve güzel sözlerle ifade ediyor; “Para herkesin taptığı bir puttur. Bütün yetenekler/kuvvetler menfaate tutsak olur, kişisel çıkarlar öne geçer. Sanat yerlerde sürünür. Aşk bile ahlakın pençesinde yok oldu gitti. İnsan kendine yabancılaştı. Toplumsal bir yürek çarpmıyor. Toplum yozlaşmış bir hasta. İnsan bu duruma nasıl geldi, nasıl çıkacak.”
Peki, tüm felsefe tarihi boyunca tartışılmış, sanatın temel sorunu olmuş olan estetik nedir? Kısaca; gerçekliğin insanlar tarafından estetik özümsenmesinin bilimi denilen estetik, insanın çevresinde gelişen, insanın kendi pratik etkinliği içinde yarattığı ve gerçekliği yansıtan, sanatta kendini değişik biçimlerde ortaya koyan, bu anlamda estetik değerlerin zenginliğini araştıran bilimdir. Kagan’a göre estetik, “Dünyanın insanlar tarafından estetik özümlenişinin, toplumda sanatsal kültürün gelişmesinin ve yapısının genel yasalarının bilimi. İnsanın pratik etkinliğiyle yarattığı ve gerçekliği yansıtan, sanat biçiminde kendini ortaya koyan ve eserde saptanabilen tüm estetik değerlerin zenginliğini araştıran bilimdir.”
Estetik biliminin en önemli araştırma konusu güzel olandır. Bizim, bir sanat eserine güzel diyebilmemiz için onda hangi özelliklerin cisimleşmiş olması gerekir? Yaratılan her ürüne güzel diyebilir miyiz? Değerlendirme yaptığımız şey bir sanat eseriyse, o zaman, estetik bir kategori olan güzellikten bahsediyoruz demektir. Yoksa burada söz konusu olan dış güzellik, hoş olan, ahlaki olan vb. gibi kategoriler değildir. Günlük yaşamda sıkça kullandığımız “güzel” sözcüğü, bizim öznel duygularımızın bir ifadesinden başka bir şey değildir. Estetiğin ilgilendiği, araştırdığı güzellik ise bu değildir.
Bir sanat eserinin estetik bir değer olduğuna karar vermek için hangi kriterleri kullanacağız? Estetik değer dediğimizde ne anlamamız gerekir? Estetik değer, kendini, güzel-çirkin, yüce-bayağı, trajik-komik gibi kategorilerde ifade eder. Bir sanat eserinin estetik bir değer olup-olmadığına karar verirken bu kategorilerden birine uyması gerekir. Güzel-olan ile çirkin-olan, yüce-olan ile bayağı-olan, trajik-olan ile komik-olanın birliği sorunu. . . Bunlar arasında diyalektik bir ilinti sorunu vardır. Güzel-olan, sanatın hep odak noktasına oturtulmuş, diğerleri güzelliğin yan unsurları olarak algılanmıştır.
Güzelliğin özünü kavramak için girişilmiş ilk çabalara, Pythagorascı okula bağlı Yunan filozoflarında rastlanır. Bu filozoflara göre, “güzel-olan doğanın bir nesnel yasası olup, kendini maddi nesne biçimindeki yapıda belli eden şeydi”. Orta Çağ estetiğinde de Rönesans’ta da 18. yy estetiğinde de karşımıza çıkmıştır. Güzelliğin özü, ‘orantı’, ‘ölçü’, ‘simetri’, ‘uyum’ ya da ‘çoklukların birliği’ olarak tanımlana gelmiştir.
İngiliz estetikçi Edmund Burke, Kagan’ın kitabından öğrendiğimize göre, güzel olanı nesnenin belli ölçüleri, yan çizgileri, biçimi ve renginin değişmesi gibi, belirgin özelliklerin bir toplamı olarak tanımlamıştır. Orta Çağ düşünürlerine göre, dünya ölçü, ritim ve uyum içinde olduğundan, güzellik, tanrı tarafından oluşturulmuş bir şeydi. Bir kusursuzluktu. Platon, güzel olanı ideal olana bağladığı için ideal olanı da mutlak ideye bağlamıştır. 16. ve 18. yüzyıl maddeci felsefecileri ise güzelliği, onların tam tersi olarak, doğa yasasının bir görünüş biçimi olarak tanımladılar. 18. ve 19. yüzyılda Avrupa felsefesinde oluşan öznel idealizm, 20. yüzyıl burjuva felsefesini de etkilemiş ve bu estetikte kendi yansımasını bulmuştur. Onlar güzel-olanı, hiçbir nesnel koşullanmaya uğramayan bireyin duyumları olarak tanımlamışlardır. Algılanan nesnelerin, hiçbir bağımlılık olmadan, bireyin öznel algısından ibaret olduğunu söylemişlerdir. Diderot ise, nesnel olana vurgu yapmış ama nesnel-öznel olarak iki tip güzellik olduğunu belirtmiştir. Ama daha sonra Platon’un idealist anlayışına geri dönmüştür. Aydınlanmacıların öznellik ve nesnellik arasındaki ilişki sorununda yaptıkları çabalar, onların, metafizik düşünme tarzları nedeniyle çözülememiştir. Bu konuda ileriye doğru atılmış ilk adım Çernişevski tarafından yapılabilmiştir.
Çernişevski, “güzel-olan hayattır, hayatı anladığımız tarzda, gördüğümüz varlık güzeldir, güzel, hayatı dile getiren ya da hayatı bize hatırlatan şeydir. Güzel-olan, bizim idealimizi, dileklerimizin ve sevgimizin hedefini ve konusunu dile getiren şeydir.” der. Maddeci estetik öncesi yapılabilmiş en derin açıklama Çernişevski’nin açıklaması olmuştur.
Estetik-olan, nesnel-olan ile öznel-olanın, maddi-olan ile zihinsel-olanın diyalektik birliğidir. Kırmızı renk güzel midir? Hiç tereddütsüz bizce güzeldir. Peki, bu kırmızı, güzel bir kızın yanağında değil de aynı renk burnunda olsaydı, bize güzel görünür müydü? Vücut güzelliği dediğimizde, insan vücudunun orantısı, biçimi, görünüşünü kastederiz. Manevi güzellikte ahlaki kriterler devreye girer. Güzel insan ideali, her yönüyle uyumlu olarak gelişmiş insandır.
Güzellik yararlılık değildir, ondan türemiş özel bir değerdir. Estetik bir durumun ortaya çıkması için insanın nesneyle dolaysız ve duyusal bir ilişki kurması gerekir. Estetik bir durumun olması için çıkar-dışılık olmalıdır. İnsan güzel bir nesneye gereksinme gösterir ama ondan bir çıkarı olmamalıdır. Bir nesnenin güzelliğinden duyulan haz, o nesneye sahip olma ve onu belli bir yolda kullanma isteğinden kaynaklanmaz.
Güzellik, gerçek-olanla ideal-olan arasındaki uygunlukta yatar, aynı zamanda uygunsuzluğunda. Kagan’ın belirttiği gibi; “İnsan nasıl biyolojik-olan ile toplumsal-olanın, maddi olan ile zihinsel olanın birbirine karşılıklı geçişmesi ve çelişkin birliği ise, “estetik-olan” da nesnel-olan ile öznel-olanın maddi-olan ile zihinsel olanın öylesine diyalektik birliğidir.” Değer, özneyle olan ilintisi içinde nesneyi verir bize, değerlendirme ise, öznenin nesneyle olan ilintisini...
Güzel-olan ile çirkin-olanı önce insanda, doğada ve sonra da insan eliyle yaratılan ikinci doğada, yani nesneler dünyasında, ardından da sanat dünyasında ele alacağız. Belli bir ırkta güzelliğin vazgeçilmez belirtisi, başka bir ırkta çirkinlik ölçütü olarak alınabiliyor. Kalın dudaklar, kıvırcık saçlar, siyahlar için güzelliğin simgesi iken, bu durum beyazlarda tam tersi olabiliyor, sarışın ve mavi gözlü olmak ve ince zarif hatlara sahip olmak güzellik ölçütü olarak kabul ediliyor. Ya da çalışma koşullarının zorunlu sonucu olan, toprakla uğraşan insanların ellerinin, ayaklarının büyük olması, onlar için emeğin ve güzelliğin simgesi iken, çalışma yaşamından uzak bir burjuva için, çirkinliğin ve kabalığın göstergesidir. Onun için, sıcak sudan soğuk suya girmeyen ince narin eller güzelliğin simgesidir. Tüm bunlardan da anlaşılacağı gibi insan güzelliği görecedir.
Anaerkil dönemde, kadının doğurganlığına yüklenen anlam, kendini, ana tanrıça heykellerinde büyük kalçalar, kocaman göbek ve dolgun göğüsler olarak ifade etmiştir. O dönemin insanı için güzelliğin simgesi olmuştur. Ataerkil düzene geçişle birlikte, şu anda bize vahşi görünen maskeler, yüzlerini ve vücutlarını boyamaları, o dönem insanı için güzelliğin ölçüleriydi. Maske takarak, vücudunu boyayarak, doğada güzel olarak gördüğü nesnelerle özdeşleşmeye çalışıyordu. Gerçek-olanın ideal-olana yaklaştırılması vardır burada. Feodalizmle birlikte insan güzelliği Hıristiyanlığın da etkisiyle, günah, bayağı, çirkin görülmüş, insanın manevi yanı, öte dünyaya erişme çabası, güzelliğin simgesi olmuştur. Rönesans’la birlikte, Ortaçağın bu karanlık yanı yıkılmıştır.
Her çağ, gerçek dünya denildiğinde kendi ideallerine, sınıfsal çıkarlarına uygun bir dünya tasarlamıştır. Onun için, güzel-olan her çağda, o çağın egemen olan sınıfının ideallerine uygun olmuştur. O nedenle güzel-olan sürekli değişmiştir. İşte tam da bundan dolayı güzel-olanın mutlak yasalarını arayanların çabaları sonuç vermemiştir. Çünkü güzel-olan tarihçe koşullanmış ve tarih değiştiğinde değişime uğramıştır. Şunu da belirtmek gerekir ki, aralarında büyük ayrımlar olmasına rağmen, Rönesans ile Ortaçağ, Ortaçağ ile antik çağ anlayışında ortak olan bir yan vardır, o da insanın çalışmasının dışında ele alınmasıdır. İnsan ne kadar çok çalışmadan soyutlandıysa o kadar güzel olarak algılanmıştır. Onlara göre, insanı bayağılaştıran, çirkinleştiren, insanlıktan çıkaran şey çalışmaktır. Ancak toplumcu sanat anlayışı, bu köklü anlayışı aşabilmiş, emeği, çalışmayı yücelterek, estetik bilinçte büyük bir değişim yaratmıştır.
İnsanda olduğu gibi, doğada da güzel-olan, gerçek-olanla ideal-olanın birbiriyle uygunluğudur. Doğada var olan bir şey eğer insanın ihtiyaçlarına yararlı ise güzeldir, değilse çirkindir. Aslan’da gördüğümüz güçlülük, bizi ona güzel dedirtirken, Çakalın çıkarcılığı, onu bizim gözümüzde çirkin yapar. Bir insana aslan gibi delikanlı dediğimizde, onun yiğitliğine vurgu yaparken, çakal gibi adam dediğimizde o insanın çirkin yanına, çıkarcı yanına vurgu yaparız.
İlk Çağ insanı hiç manzara resmi yapmamıştır. Onların sanatı dediğimizde hepimizin hemen aklına gelen, mağara duvarlarına çizilen hayvan figürleridir. Oysa o aynı insanlar, doğadaki birçok olaya tanıktılar. Onlar güneşi, bulutları, gölleri, ağaçları da görüyorlardı, ama estetik bir değer olarak hayvanları çiziyorlardı. Ne zamanki tarım gelişti, işte o zaman doğanın diğer güçlerini estetik olarak algılamaya başladı İlk Çağ insanı, İlk Çağ sanatçısı.
Hıristiyanlıkla birlikte dünya küçümsenerek öte-dünya kutsanmış, cennet yüceltilmiştir. İnsanların yeryüzündeki güzelliklerden zevk alması şehvet olarak kabul edilmiş, dünyasal-olandan tiksinti duyan insanlar, öte dünyaya yöneltilmiştir. Rönesans’la birlikte, güzelliğin, öte dünyada olduğu görüşü aşılmış, yeryüzü güzelliği öne çıkarılmıştır. Toplumcu düzenle birlikte doğayı dönüştüren, tekniği egemenliği altına alarak, doğayla uyumlu hale getiren insanın gözüyle bakılmıştır doğaya.
Nesneler dünyasında güzellik-çirkinlik sorununa da aynı şekilde bakabiliriz: Güzel-olan ile ideal-olanın uyumu birbiriyle uygunluğu. Nesneler insan eliyle yaratılırlar, o nedenle güzelliğini buradan alır. Bir nesne yaratılırken, kendi amacına ne kadar uygun yaratılıyorsa o kadar güzeldir. Yuvarlak değil de kare biçiminde yapılacak bir top bize güzel gelir mi? Nesnelerin güzellik kaynağını ustalıkta buluruz. Güzelliği yaratan şey ustalıktır. Kagan, demek ki diyor, “Ustalık insanların kendi yarattıkları nesnelere biçimce en yüksek dereceden bir iç düzenlilik verebilme yeteneği, yani biçimleşmiş olanı biçimlenmiş-olana, biçimsiz-olanı yapıca organlaşmış olana, düzene konmamış olanı düzene konmuş olana dönüştürebilme yeteneğidir. Ustalığın ölçütü, yapıp ortaya konan bir nesnenin, kendi pratik işlevini başarıyla yerine getiriyor olması değildir yalnızca ayrıca vazgeçilmez olarak, o nesnenin biçimsel yapısı, dış görünüşü biçiminde ustalığın bir ölçütüdür.”
Peki, sanatta güzellik-çirkinlik dediğimizde ne anlamalıyız? Sanat, doğanın, insanın, nesnelerin güzelliğini yeniden yaratır. Bir sanat yapıtının mutlaka estetik bir değer taşıması gerekir. Eğer bu değer yoksa o sanat eserinin zihinsel, eğitsel, ahlaksal, bilgisel açıdan yarar sağlamasını beklemek hata olur. Sanatta öz ve biçim arasındaki diyalektik ilişki sorunu da buradan kaynaklanmaktadır.
Bir sanat yapıtı, eğer güzellik açısından insanlara sevinç vermiyorsa, bir sanat eserinden beklenen zihinsel, eğitsel, bilgisel değerlerini de insanlara ulaştıramaz. Buradan bir sanat eserinin yalnızca estetik haz vermesi gerekir sonucunu çıkarmamak gerekir. Sanatta öz ve biçim sorununa daha sonra geleceğimiz için bu konuyu fazla açmadan burada bırakalım. Sanat yalnızca dünyamızda güzel olan nesneler ve onların görünüşleriyle yetinemez. Sanat aynı zamanda çirkin-olan ile bayağı olanı da yeniden yaratır. Ama bu yaratımda anlatılan çirkinlik bile olsa onda güzellik olmalıdır. Güzel-olan bir şeyi yeniden yaratırken, sanat, insanda sevinç duygusunu daha da yükseltmelidir. Çirkin-olan şey ele alındığında dahi, güzel-olanda anlatılmak zorundadır. Çöküşme sanatı denilen burjuva sanatı çirkin-olanı yadsımak bir yana, olumlamıştır. Burjuva kültürün yaşadığı derin bunalım ve çürüme, çirkin olandan haz duyulmayı getirmiştir. Salvador Dali’nin resimleri buna bir örnektir. Dali, çirkinliği ustalıklı bir incelikle çizmiştir. Çöküşme sanatında çirkin-olanın estetikleştirilmesine karşı toplumcu-sanatta çirkin-olanın ortadan kaldırılması vardır.
Sanatta güzellik-çirkinlik sorununa kısa bir girişi yaptıktan sonra, bu konuyu daha geniş incelemek üzere diğer sayımıza bırakıyoruz. Ayrıca estetik değer kategorisine giren yüce-olan ile aşağı-olan, trajik-olan ile komik-olan, estetik-olan ile sanatsal-olan arasındaki ilişkiyi de diğer sayımızda ele alacağız.
ÖNSÖZ, 5. Sayı, Güz, ‘06