Kuşatma Altında

Yaşamımda çok cenazelere katılmışımdır. Sünni bir aileden gelmenin verdiği bir mecburiyet gereğiydi bu. Dedemin ölüsünü gördüğümde bile etkilenmedim. Yoldaşların cenazelerinde metin durdum, fakat bu farklıydı.

İlk defa yurdu, özgür Kürdistan, sosyalizm uğruna dövüşen Rojava'ya gönül vermiş bir savaşçıyı raxtı ve silahı üzerinde taşıyordum. İlk gördüğümde ölümsüzleştiğini bile anlamamıştım. Mışıl mışıl uyuyordu sanki savaşçı. Bir eli sağ yanağının altında battaniye üstünde yatıyordu. Uyandırmaya kıyamazsın adeta. Hastaneye götürüldü savaşçı battaniyeye sarılı. Bedeni, uğruna kan döktüğü Kürdistan toprağına gömülmek üzere. Ama Serekaniye'ye değil.

Yanımda telefon ya da başka bir iletişim aracım yoktu. Taburdan bir yoldaşın telefonu ile karargahla iletişim kurma fırsatım olmuştu. Savaşta ilerlemeler ve gerilemeler oluyordu sık sık. O anda moralin yüksek tutulması çok önemliydi. Bu sırada karargah komutanımız ile iletişim kurabilmem bana çok büyük moral kaynağı olmuştu. Tarihi bir savaşın içerisinde Leninistleri temsil ettiğimi söylemesi, bu savaşta yalnız olmadığımı kendilerinin Til Temir çevrelerinde Serekaniye dibinde olduklarını söylemesi güç vermişti bana. Yapılan değerlendirmeler tarihin sayfalarından bir parça olduğumu hissettiriyordu bana. Gerçekten de anın, olayların akışına kapılıp gitmiştim sanki. Telefon konuşması gerçekleşene kadar savaşın büyüklüğünü ve gerçekliğini kavrayamamış adeta sürükleniyordum sanki. Tek düşüncem vardı düşmana darbe vurmak!

Bir yandan sana güç veren şey insanın kendisiyle baş başa kaldığı anlarda adeta kaygıya kapılmasına sebebiyet veriyor. Yoldaşların Serekaniye'ye çok yakın olmaları, onlar adına endişelenme sebebim olmaya başlamıştı. Çember tamamlanmak üzereydi. Serekaniye’ye ne takviye ne de cephane gelebiliyordu. O zaman yoldaşların ne işleri vardı Serekaniye çevresinde yakınlarda? Bu soru kafamı kurcalıyor, her gün seslerini duyma ihtiyacı hissettiriyordu bana. İçim rahat değildi. Serekaniye’ye sokulmaya çalışılan takviyeler defalarca geri püskürtülmüş, araçlar SİHA’lar ile vurulmuştu. Gözümle görmüştüm bir aracın 50 metre ilerimde Serekaniye’ye hızla girerken vurulduğunu. Böyle bir şeyin yoldaşların başına gelmesi korkusu savaşçıya yetip artıyordu bile.

Artık nokta tutmak zorlaşıyor git gide geri çekilmeler başlıyordu. Serekaniye içerisinde geri hatta geçirilen bir günden sonra hastaneyi korumak için yoldaşların yanlarındaydık. Çember tamamlanmıştı. Bir günde 3 koldan saldıran çeteler, Serekaniye içerisinin uçaklarla vurulması, yaşanılan kaos ortamından yararlanan düşman, başarmıştı bizleri sarmayı. Hepi topu 70 ya da 80 kişi kalmıştı elde silah tutabilen. Hastanede onlarca yaralı. Yoldaşlardan yaralananlar olmuştu çeşitli yerlerinden. Onlara baktıkça içindeki kin ve öfke büyüyor fakat yoldaşa gülerek moral verme sorumluluğunda hissediyorsun kendini. Hiçbir şeyin yok merak etme demek gönlüne su serpmek devrimci görev oluveriyor birden içinde. Dilden dökülüveriyor beynindekiler ama gönlündekiler değil.

TC'nin insanlıktan nasibini almamış suikastçıları bir çocuğu vurdu bisiklet üstünde. Tek suçu savaş ortasında hastane bahçesinde bisiklet sürmekti. Çocuktu sonuçta bisiklet görünce dayanamamış binmişti bir kaç tur atmak için. Kanlar içinde yerde buluvermiş kendini. Hastanede yaralı yatarken gördüğümde ufacık bir bedenin direnişini görüyordum. Kör kurşun falan değildi direndiği. Bisiklet tepesindeki bir çocuğa sıkılan pis bir mermiye karşı verilen savaştı. Kazandı bu savaşı, bedeni küçük ama yüreği büyük çocuk.

Günlerce aynı mevzide nöbet tutmaya başlıyoruz. Elde biksi mermisinden başka bir şey kalmamış. Gelen panzerlere son roketler atılmış, eldeki son verimli silahlar kullanılmıştı. Artık savaş yedinci gününde çıkmaza girmeye başlamış, tüm savaşçılar bunu görüyor ve hissediyordu. Ama gönül son ana kadar savaşma isteği ile dolu. Düşman panzerle de gelse, sızma girişiminde bulunsa da aynı silahla karşılık veriyoruz. Biksiden başka silahımız yok. Keleş mermisi bile azalmış, kullanmaya cesaret edemiyoruz ihtiyaç olur diye. Buna rağmen düşman korkuyor, uçak, havan, obüs vurmadan üzerimize gelemiyordu.

Çarşıda noktamızda bekliyorduk. Taburdan 4 yoldaş birlikteyiz. Ne yapmamız gerek tartışıyoruz aramızda. Uzun süre karar veremiyoruz. 2 yoldaş noktanın hemen önünde açık alanda oturuyorlar. Bir yoldaş ise beklemekten sıkılmış karşı dükkanın içinde oturuyor. Bense noktanın önündeyim. Birlikte oturan 2 yoldaş noktaya doğru geliyorlar içeri giriyoruz. Tam o esnada havada sarı bir ışık, güçlü bir ses, dalga dalga gelen bir basınç. Basınç ne varsa alıp götürüyor, süpürüyor adeta. Önümden demir parçaları, çöpler, tahtalar uçuyor onlarca metre öteye. Yere sıfır şekilde yatıp küçültüyorum bedenimi. İlk aklıma gelen noktanın karşısında olan yoldaş. Sesleniyorum kalkma sakın diye. Hala havada uçuşan bir şeyler var. Her şey sakinleşiyor. Çıkıyoruz birlikte dışarı. Vurulan nokta 2 yoldaşın az önce oturdukları nokta. Tam nokta atışı yapmış. 5 metre çapında yer tamamen simsiyah asfalt olmuş. Kırılan camların, yıkılan şeylerin haddi hesabı yok. Sadece üç dakika ile kurtardı yoldaşlar. Eğer çağırmasak ve gelmeselerdi şu an başka şeyler yazıyor olabilirdim.

Yoldaşlarla tartışıyoruz ama bir sonuca varamıyoruz. Bir gece önce intişardaydı tüm Serekaniye. Çeteler çarşı dibine kadar geldi söylentisi yayılmış. Çember daralıyor iddiaları var. Yoldaşlardan biri mevzi bakmaya başlıyor. Düşman çarşıya girerse savunmamız gerekiyordu. Koordine ise noktamızı ateşe vermemizi istemiş, noktayı yakmışız. Yeni yer arıyoruz. Karşı tarafımda cephane duruyor. Tuzaklıyorum. Düşmana gram bir şey kalmaması için. Karar veremiyoruz. Tam toplandığımız anda hevaller yardım istiyor. Ölümsüzleşen arkadaşlar var battaniyelere sarılı. Sırtlıyoruz birer birer. Metre metre taşıyoruz. Yoldaşlardan biri diyor ki: Herkes son mermisine kadar savaşsın, yaralanana da bir el bombası veririz kendini patlatır. Belki bu söylenen söz çok cengaverce, abartı gelebilir okuyan için, fakat o anı yaşayanlar için bu durum bir zorunluluk. Düşmana kılını bırakmak istemeyenlerin, sağ ele geçmektense ölüme merhaba demeyi göze alanların tepkisidir bu tepki. Savaşın kurallarından biridir bu. Düşmana vurabildiğin darbeyi vur, asla kırık bir iğne bırakma. Bedenin de buna dahil.

Uçak vurduktan sonra orada kalmama kararı alıyoruz. Hastaneye yoldaşların yanına gitmek istiyoruz. Yolu bilen yoldaş öncülük yapıyor. 2'şerli grup halinde kademeli ilerliyoruz. Çarşı içerisine doğru mermiler geliyor çatışma alanlarından. Düşman o kadar yakın. Bir mermi yanımdan sekiyor demire denk geliyor. Dükkana dalıyoruz hemen. Kontrol ediyoruz suikastçı mi diye, bir şey yok. Çıkıyoruz tekrar ilerliyoruz. Artık hastanenin dibine kadar geldik. Ama düşmanın dibine kadarda gelmiş oluyoruz. Dinleniyoruz 5 dakika sigara molası. Yoldaşlar önden gidiyor, en arkada ben geride kalıyorum. Sesleniyorum silahımı kim aldı diye. Meğersem yoldaşlardan biri silahımı kendisininkiyle karıştırmış. Aynı silah olsa neyse fakat mermileri farklı sorun büyük heval. Silahıma kavuşuyorum hastanedeki yoldaşlarla birlikte.

İlk gün hastanede hemen mevzileniyoruz. Üst katta mutfak kısmını alıyorum. Dawarı (Dönel Kavşak) görüyor. İsmi Dawara Şehidan. Düşmanla aramızda kalan ara bölge. Bir çete görüyorum geç kalıyorum sıkmaya, anlık kayboluyor. Önümden geçip gidiyor. Kuduruyorum resmen vuramadığıma. Mevziden bir an olsun ayrılmama kararı alıyorum kendi kendime. Neredeyse 24 saati buluyor bu süreç. Yorgun beden dayanamıyor artık. Yerime taburdan yoldaş birkaç saatliğine mevziyi devralıyor.

Savaş başladı başlayalı hiç çay içmemişim. Sıcak bir lokma yemek ya da sıvı bir şey tüketmemişim. Hastanede çalışan bir heval mutfağa geliyor. Çay demleyeceğini söylüyor. İnanamıyorum. Oysa ki gözümün önünde her şey çay, şeker, tüp. Pratik ellerle işini görürken benimle de sohbete girişiyor. Havadan sudan konuşuyoruz. Her zaman savaştan konuşmak can sıkıyor. Aradan geçen 15-20 dakika sonrası arkadan omzuma dokunan bir el. Çay uzatıyor bana. Buram buram buharı tütüyor üstünde. Öyle seviniyorum ki bardağı iki elimin arasına aldığımda, çocuk gibi eline oyuncak alan. Sonra uzaklaşıyor heval hiçbir şey demeden. Savaşçının yüreğinden anlamış halde.

Hastanede ilk çatışma kısa ama sert geçiyor. Çeteler sızma girişiminde bulunuyor. Hepimiz sızma olan yöne doğru yöneliyoruz. Mevzileri terk ediyoruz çatışma olan yere gitmek için. Kapıdan girişilen sızmaya üst kattan karşılık veriyoruz. Mermi vızıltısı yine kafamızın üstünde, bir hevalle dolabı pencereye çekiyoruz. Başlıyoruz ikimiz de sıkmaya. Yanımdaki heval cengaver. Şarjörü boşaltıyor. Bense tek tek kullanıyorum silahımı. Biswing sesleri geliyor yan odalarda. Sızma girişimi püskürtüldü. Bir yoldaş kulağının arkasından çok hafif yaralanmış, kan akıyor. Meğerse cam kırılmış parçası gelmiş. Farkında bile değil. Hastanede ki ilk çatışma böyle sona erdi.

Hastanede yedinci günde gece nöbetine kaldıran yoldaş vermişti haberi dört günlük ateşkes ilan edilmişti. Biliyorduk tek taraflı bir ateşkesti. Telsizden sürekli anons geçiliyordu. Ateşkese uymamız konusunda fakat düşman için ateşkes yoktu ki. Gece korktukları için hareket etmiyorlardı ama her aydınlık zamanda üstümüze geliyordu düşman. Bu ateşkes sadece düşmanın yeni takviyelerine yarıyordu. Bizlerin yaralılarını çıkarması bile savaşın son günü mümkün olmuştu.

Vitaminler ile ayakta kalan savaşçıların öne çıkan güzel özelliği fedakarlıktı. Hastanede pişirilen sıcak yemeğe dokunulmuyor yaralıların yiyeceği bir lokmaya el sürülmüyordu. Bizler günlerce kekten başka bir şey yemeyen insanlar, aramıyorduk bile sıcak yemeği. Mevzide 12 saate varan nöbetlerin ardından yoldaşının uyuması için gidilen mevziler vardı. Her şeyini paylaşan savaşçılar uykularını da işte böyle paylaşıyordu. 12 saat nöbetin üzerine 3-4 saat de yoldaş için nöbet tutarak. Sonrasında günün ilk ışıkları ile çatışma ortasında bulmak kendini.

Hastane mevzilerinde söylenen türküler hep yiğitlik üzerine oluyordu. Söylenen türkülerde seninde sesin olmalı diyerek. Bir oğul büyütmelisin kavgada yiğit olmalı diyorduk. Ses kayıtları yapıyordu savaşçılar artık geleceğe bir sayfa bırakmak için. Tabur komutanı Serekaniye’yi değerlendiriyordu. Rojava için bir direniş kalesi deniyordu. Türkü söyleyip kayıt edenler vardı. Önemli olan anı bırakmaktı Serekaniye’ye ve geleceğe.

Ateşkes sürüyordu, çetelerin ilerleme çabaları da. Önümüzden panzerleri geçiyor TC'nin. Biksiler ile karşılık vermeye çalışıyoruz. 10. gün eldeki son roketi de atmışız, tükenmiş cephanemiz. Yine de işte destan tam burada yazılıyordu. Ellerinde başka bir şey olmayan insanlar düşmanı geri kaçmaya zorluyor. Panzerlere sıkılan biksi mermisinin fiziki etkisi olmasa da psikolojik olarak yarattığı etki düşmanda kaçıştı. Elde toplam var olan 5 biksi de aynı yöne çalışıyordu, düşman üstüne. Panzerin içerisinde olsanız siz de herhalde duyulan büyük kin ve nefretin gazabını duyabilirdiniz. Çünkü gerçekten de öyle bir nefret ve kin doluydu ki savaşçılar, bu kinin önünde en sağlam kaleler yıkılırdı.

Ateşkes herkesin dilinde geri çekilmeye dönüşüyor. Savaşçılar durumun farkında ve geri çekilmenin konuşulması bile insanın içinin kan ağlamasına yetiyor. Herkes biliyor ki ya geri çekileceğiz ya da sonuna dek 70 küsur kişi ile son mermiye dek kalacağız. Önce yaralı arkadaşların çıkarılması gerekliydi. Ateşkes olduysa eğer, bizim adımıza yararı olan bir şey yapılmalıydı. Yaralıların inlemelerini dindirmeli, gerekli tedaviyi görebilmeleri gerekirdi. Til Temir hattından defalarca denendi şehre girebilmek. Her defasında engellendi çeteler tarafından. Her defasında vuruldu uçaklar tarafından önleri. Uluslararası sağlık örgütleri devreye girdi. Yaralılar ancak savaşın bitiminden bir gün önce çıkarılabildi. Onlarca yaralı arkadaş, yüzlerce ölümsüzleşenler.

Uluslararası sağlık örgütleri gelmeden bir gece önceydi. Hastanenin arka bahçesine bakan tarafta nöbetteydim yoldaşların yerinde. Önümden kazma kürek ellerinde 8 arkadaş geçiyor. Soruyorum nereye? Ölümsüzleşen savaşçıları toprakla buluşturmaya gidiyorlarmış. Hastanenin bahçesinde son derin uykularına yatırmaya arkadaşları.

Bir de düşünün bu savaşçılar ertesi günü, cenazeleri yaralılarla birlikte göndermek üzere aynı toprağı tekrar açtılar. Aynı kazmalar tekrar vuruldu. Kaşıkla, çubukla kazıldı savaşçıların gövdelerine zarar vermemek için. Oysa kimisi zaten tek parça bile değildi… Yoldaşını o topraktan almanın zorluğunu kimse anlayamaz. Bir yaralıyı ya da ölümsüzleşen bir yoldaşı taşımak ne kadar zor oluyorsa, bu durumun bin katını düşünün. Belki de düşünmeyin daha iyi olur...

Savaşçılar son saatlerini geçirdiklerini bilmiyorlardı Serekaniye’de, ama yine esprili şekilde ''Tutamadığımız noktamıza gidiyoruz heval'' diyorlardı. Bunu söyleyen gazeteci savaşçı bir militandı. Gerçekleri yazıp elde, sırtta silah nokta nokta geziyordu. Yüreği ile dili birdi. Tuttu son noktasını o savaşçı.

 

Yine Geleceğiz Serekaniye

11. ve son gün. Sabah erken saatlerde toparlanma ve bir kırık iğne bırakmama talimatı geliyor. Toparlanalım fakat elde zaten pek bir şey yok. Var olan da yanımızda değil. Hastanede değerli makineler, ilaçlar toplanıyor. Cephane ise yaralılardan kalma hücum yelekleri, kanlı yırtık. Bir kaç silah sadece. Yakmak ya da patlatmak istesek de yapamıyoruz. Hastaneye verilecek her zarar bize geri dönecek çünkü. Savaş sonrası yapılan kara propagandanın haddi hesabı yok. Bir de gerçek olsa gam yemeyecek insan. Yakıp yıkan çeteler, evlere girip tencerelere kadar yağmalayan çeteler fakat suçlu Kürt halkı.

Heyet geliyor uluslararası ve Heyva Sor'dan. İçlerinde bir yoldaş var. Karşılaşıyoruz, içim cız ediyor adeta. Bir kötü duygu kaplıyor içimi. Yoldaşa bakamıyorum neredeyse. Utanıyorum yüzüne bakmaya. Uzun uzun sarılıyoruz. Soruyor yokluyor beni iyi miyim. Keşke iyi olmasaydım diyorum içimden. Görmeseydim, yaşamasaydım bu anları. Elime not ve bir paket tutuşturuyor. Notu okuyorum. Karargah komutanından. Tarihi anlara tanıklık ettiğimi yazıyor. 2. Kobane olarak tanımlıyor Serekaniye'yi. Yoldaşlar orada Leninist bir ruhun varlığını hissettiklerini en güçlü kelimeler ile kısacık yazılan kağıtta var ediyorlar. Gelen yoldaş taburdan arkadaşlar ile konuşuyor röportaj yapıyor. Durumu anlamaya çalışıyor. İhtiyaçlarımızı gidermeye çalışıyor. Oysa ki moralden başka bir şeye ihtiyaç yok.

Çıkıyoruz Serekaniye'den. Yavaş yavaş ilerliyor konvoy. Çıkarken çetelerin içerisinden geçiyoruz. Tabur komutanı ile birlikteyim. En uzun yolculuk olduğunu söylüyor Serekaniye'den Til Temir arası yapılan yolculuğun. Oysa ki hepi topu 45 dakikalık mesafe. Til Temir'e yaklaştıkça bitmek bilmiyor gerçekten yol. Yanımda genç savaşçılar var gülüyorlar. Neyin içerisinde ve ne yaşadıklarının farkında değiller sanki. İçimden bir ses umarım Til Temir'de durmayız diyor. Çünkü halk savaşçıları karşılamak için bekleşiyor. Başka bir ses ise yoldaşlarla kucaklaşmak istiyor. Til Temir'e yaklaşıyoruz. Silahımı istiyorum yanımdaki savaşçıdan. Eğer halkın önüne çıkacak isek başı dik durmalıyız. Bir savaşçı gibi… Raxtımı giyiyorum sıkıca bağlıyorum. Silahım elimde. Diğer yoldaşlar da hazırlar. Halk konvoyun ilk arabasını gördüğünde başlıyor zılgıtlara. Sloganlar Biji Berxwedana Serekaniye. Gözlerim doluyor içime akıtıyorum. Her yer Kesk a Sor bayrakları ile dolu. Başlarındaki yazmalara gözyaşlarını silen analar. Eğer o araç dursaydı belki de başlardım ağlamaya, önüme gelen ilk anaya sarılarak. Ayaklarına kapanıp af dileyerek. Senin emanetin olan Kürdistan’ın bir parçasını koruyamadım ana affet beni diyerek! Geçip gidiyoruz içlerinden halkın. Şansımız yaver gidiyor belki de. Ama halk şunu hissettiriyor savaşçılara. Bizler yenilmedik. Başımız dik onur direnişini sergiledik tüm dünyanın gözü önünde.

Bizler silahımız elimizde yeni intikam yeminleri ederek ayrılıyoruz Serekaniye'den.

Söz veriyoruz şimdi, sana yine geleceğiz Serekaniye!

Ceren'e Aynur'a İmran'a Demhat'a verdiğimiz söz ile.

Leninist yürek, bilinç ve silah ile.

-Bitti-

Günce'nin tamamına www.leninist.net sitesinden ulaşılabilir.