O, mini minnacık bir kadındı; öyle ki zindanda görüşümüze geldiğinde görüş kabininde onu zorlukla görürdük. Ama, kocaman bir yüreğe sahipti; aynı zamanda keskin bir zekaya... Esprileriyle bizi kırıp geçirirdi. Düşmana karşı nasıl öfkeli ve kinle doluysa bize, biz devrimci tutsaklara karşı da öyle şefkatli ve sevgiyle doluydu. Sadece zindandaki kendi iki çocuğunu değil, tüm devrimci tutsakları sever ve bir ana olarak sahiplenirdi. Gençlik yıllarını Samsun Sigara Fabrikası'nda işçilik yaparak geçirmişti; o nedenle emeğin ve emekçinin kıymetini bilirdi. Zindanlardaki devrimci tutsakların emekten yana, emekçiden yana oldukları için oraya kapatıldıklarını bilince çıkarmıştı. Tıpkı Maksim Gorki'nin Ana romanındaki Pelage gibi dindardı; ama asla mutaassıp değildi. Dindardı; ama kaderci değildi. İnsanın kendi kaderini kendisi çizdiğine inananlardandı. Dindardı; ama şükürcü değildi. İnsanların daha güzel bir dünyada yaşayabileceğine inanıyordu. Ve bu dünyayı kurmanın öyle kolay olmadığını; mücadele etmek gerektiğini de biliyordu.

Zindanlardaki devrimci tutsaklara sahip çıkmanın; onların kavgasını sahiplenmenin bu mücadelenin önemli bir parçası olduğunu biliyordu. Bu konuda çevresinin ona karşı geliştirdiği engelleyici tavırların hiçbirini dikkate almıyor; zaman zaman tek başına da kalsa zindanların önüne koşmaktan geri durmuyordu. Yeri geldiğinde kararlılığı ve cesaretiyle herkesi de peşinden sürükleyebiliyordu. Kendisi gibi muzip annesini ve yaşam karşısında hep mülayim, ürkek bir tavır takınmış olan yetişme yurtlarında büyümüş eşini kaç defa peşinden sürükleyerek eylemlere götürdüğüne bilenler tanıktır. Öyle ki, annesi "Bu Sabiha var ya bu Sabiha, az komünist değil; almış eline kızıl bayrağı, geçmiş en öne sallayıp duruyor" diye bizzat bize görüş kabinlerinde anlatmıştır.

Çok gözü kara bir insandı anamız; cesareti daha çok işçi sınıfının bir evladı olmasından ve sömürünün ne olduğunu iliklerine kadar hissetmesinden kaynaklanıyordu sanırsam. Devletin ne olduğunu yaşayarak görmüştü. Hayattan öğrendiği dersler devrimcileştirmişti anamızı. Bu sömürü düzeninin bir gün daha ayakta kalmasının insanlara yaşattığı acıların farkındaydı. Buna bir de zindanlarda görüş kabinlerinde devrimci tutsaklarla yaptığı sohbetler eklenmişti. Devrimci tutsakları tanıdıkça daha çok sevmiş, onların kavgalarında haklı olduğuna daha çok inanmıştı.

'95 yılında Buca Zindanı'nda arkasından '96'nın başında Ümraniye Zindanı'nda yapılan katliamlar ve bunun sonrasında zindanlarda gelişen açlık grevi ve ölüm oruçları, anamızın daha da bilinçlenmesine ve faşist devlete duyduğu öfkenin daha da kökleşmesine neden oldu. Bu dönemde yapılan eylemlerin bir çoğunda yeraldı; polis şiddetiyle karşılaştı; gözaltına alındı; serbest kaldıktan sonra koşa koşa yine çocuklarının, devrimci tutsakların yanına gitti. Açlık grevlerinin ve ölüm oruçlarının devrimci tutsakların taleplerinin karşılanmasıyla sonuçlanması için dönemin ceza ve tevkif evleri genel müdürleriyle yapılan görüşmelerde temsilci heyetlerin içinde yeraldı. Abartısız söylüyorum bu genel müdürlerin hepsinin korkulu rüyası oldu. Hele bir dönemin genel müdürü Zeki Güngör'ün yakasına yapışıp "bana bak bana; eğer o çocuklara bir şey olursa alırım bir bidon benzini senin üzerine dökerim, seni de yakarım kendimi de" deyişi vardır ki, dillere destandır. O dönem zindanlar önünde çocuklarına sahiplenmek için gelip de "cesaret ana"mızı tanımayan yoktur. Cesareti ve kararlılığıyla tüm tutsak yakınlarını derinden etkilemiştir.

Ve bu süreçlerde hem evindeki yaşlı annesine hem de hasta eşine bakmıştır. Zaman olmuştur, faşist devlet zindanlara yeniden saldırı düzenlediğinde evde yaşlı annesini ve hasta eşini bırakıp koşa koşa zindanların önüne gelmiştir. 19 Aralık katliamını televizyondan öğrendiğinde eşine ve annesine bakacak kimse yoktur etrafında. Buna rağmen onlara "siz yaşayacağınız kadar yaşadınız; çocukları öldürüyorlar; benim gitmem gerek" diyerek kapıyı çekmiş çıkmış, sabah zindanın önünde alıcı bir kuş gibi yerini almıştır. Kendi yaşını ve sağlığını hiçe sayarak gardiyanların ve askerlerin yakasına yapışmış; çocuklarının peşinden o zindandan bu zindana koşmuştur.

Anamız komünist ideolojinin haklılığına sınıfsal sezgileriyle, kendi içinden gelen sese kulak vererek inanmıştır. Daha sonra hacca da gitmiş; "hacı" da olmuştur; ama soranlara o keskin zekasıyla "hacı komünist oldum" demiştir. Ve tüm yaşamı boyunca emekten yana, devrimci ve komünistlerden yana tavrını korumuştur. Her zaman elinde avucunda ne varsa devrimcilerle, oğlunun yoldaşlarıyla paylaşma gayretinde olmuş; cesaretini başkalarına bulaştırdığı gibi paylaşımcılığını da bulaştırmıştır.

Anamız, eşi öldükten ve oğluyla gelini serbest kaldıktan kısa bir süre sonra yeniden tutuklandıktan sonradır ki, yaşının da ilerlemesinin etkisiyle biraz durağanlaşmış; ama o muzip halini hep korumuştur. Çevrenin, Samsun'da içinde bulunduğu mahallenin, gerici yapısına ve baskısına rağmen her yerde ve her zaman devrimcileri savunmaya devam etmiş; onlara asla toz kondurmamıştır. Son zamanlarına kadar hala zindandaki çocuklarına ziyarete gitmeye ve eşya taşımaya devam etmiştir. Aslında her zaman "hiç ölmeyecekmiş gibi" yaşamıştır. Bizi de buna inandırmış olacak ki, onu eskisi gibi ortalarda fıldır fıldır dönerken görmesek bile, iyi olduğunu, çocuklarının özgürleşeceğini ve devrimi göreceğini düşünmüşüzdür hep. Evde düşüp kötüleştiğini, hastaneye kaldırıldıktan sonra da komaya girdiğini öğrendiğimizde bile, onun hep inatçı ve direngen olduğunu, bu vartayı da atlatacağını düşündük. Ta ki vücudunda morarmalar başlayıp bir ayağı kangren olup kesilene kadar... O andan sonra "cesaret ana"mızı kaybetme ihtimali belirdi kafamızda; bu kez de isyan etmeye başladı içimiz... Ana çocuklara hasret yıllarca; çocuklar anaya... Ve biz onları hayattayken buluşturamadık. Bu da bize dert oldu.

Ve sonunda o kötü haber geldi. Gencecik yoldaşlarımızı kaybetmiştik; yıllarca ölümsüzlüğe uğurladığımız canlarımız adeta içimizi dağlayıp geçmişti. Ve şimdi "cesaret ana"mızı da kaybediyorduk... Oysa zaferimizi görmeyi en çok hakedenlerden biriydi o. Görebilseydi kimbilir ne kadar mutlu olur; gözleri nasıl ışıl ışıl parlardı...

Mezarına, başucuna koyduğumuz bir kızıl karanfil ve bir mavi kır çiçeğiyle uğurladık seni anacığım; bizim için yaptıklarını, yüreğini kırk parçaya bölüşünü ve cesaretini asla unutmayacağız. Zafer gününde de bizimle olacaksın. Ş'üç'e!

 

Ş'üç'e, Çerkeslerin Adigey kolunda "hoşçakal" demek.