Bir bardak içinde iki yapma çiçek... Seni hatırlatan onca şeyden biri sadece. Öylece köşede duruyor. Ne çok severdin o koca bardakta çay içmeyi. Evet evet o kocaman bardaklardan, hani “istersen sürahi verelim” diye takılırdık ya sana. Gittiğin her evde “Yoldaş ben bunda içebilir miyim?” dediklerinden. Bizim de o bardakları sen varken başkasına vermediğimiz, o bardak Kenan’ın dediklerimizden.


Şimdi nerden çıktı bu bardak mevzusu dersen, o bardaklardan birine doldurduğum çayımla gecenin bir yarısı sana yazmak için kağıdı kalemi elime aldım da ondan. Sana dair yazmak için bu kaçıncı deneme bilmiyorum. Bazen bir insanı tanımak, anlatmayı kolaylaştırmak yerine zorlaştırıyor. Bugüne kadar yazdıklarımın hiçbiri yetmedi seni anlatmaya, muhtemeldir ki bu da öyle olacak. Bugüne kadar çok şey yazıldı seni anlatmak için. Hepsi biraz eksik kaldı ve bundan sonrakiler de öyle olacak sanırım, hayatına değdiğin insanlar için.
Aysun, Sibel’in ardından yazdığı mektupta şöyle diyor; “Bu mektubu size yazabilmek için iki gün uğraştım ama yazmak istediğim şeyle uzaktan yakından alakası bile yok. Bunu başarmak öyle zor ki... -Di’li geçmiş zaman kullanmak öyle garip ve yanlış geldi ki... Ama yerine ne kullanacağımı bilemedim. Şimdi şu yazdıklarımı okuduğumda öyle kısır, öyle yetersiz ki...”. Bu duygu geride kalanlar için hiç değişmeyecek sanırım. Geride kalanların omuzlarındaki tüm sorumlulukların yanında sizleri anlatma sorumluluğu ve anlattıklarımızın hep yetersiz kalışı hiç değişmeyecek. Aslına bakarsan bugüne dek yazılanlardan daha fazla söylenecek bir şey yok sana dair. Seni anlatmak hem o kadar yalın ve sade hem de bir o kadar zor.
Seni tanıyanlar anlatmaya ne kadar sakin olduğunla başlar. Sakindin yoldaş, ama bir o kadar da tutkulu. Seninle tanışmadan önce o kadar çok duymuştum ki adını, seninle tanıştığımda Kenan bu muymuş dedim. Sadeliğin, sakinliğin ve sıradanlığın şaşırtmıştı beni. Öyle ya, devrimciydin ve o kadar çok anlatılıyordun ki, karşıma nasıl biri gelirse gelsin şaşıracaktım sanki. Ben o sıralar devrimcilerle yeni tanışıyordum. Kafamda devrimcileri ne kadar olağanüstüleştirmişsem, sen de o derece yıktın o düşünceleri. Öyle ya devrimciler birer kahraman olmalıydı. Evet bizler birer kahramandık yoldaş. Tıpkı herkes gibi sıradan, ama yaşadığımız anın kahramanları. Sen öyle bir kahramandın ki; genç ama tecrübeli, sakin ama tutkulu bir militan, okumaya hep zaman ayıran. Senin teşvik etmen sayesinde yazdığım ilk yazı yayınlandığında duyduğum mutluluk geldi aklıma ölümsüzleştiğini öğrendiğimde. O ilk yazının mutluluğu ne kadar büyükse benim için yokluğunun haberi de öyle büyük acı oldu.
Tüm bunların yanında bir de gülüşün var yoldaş. Gözümüzün önünden gitmeyen, dudaklarının kenarına iliştirdiğin o utangaç gülümsemen. Seni tanımak, seninle düşünmek, seninle o soğuk mutfakta uzun sohbetler etmek, senden öğrenmek belki de hayatta yaşadığım en keyifli şeylerdi.
Sinan’ın ardından; “Hayallerinin amansız takipçisi olan, en görünmez ama gerekli olan işlerin yorulmaz emekçilerini nasıl anlatmalı? Bir devrimciyi, savaşçıyı anlatmak istediğinizde; idealleri için mücadelesinden, çabasından başka ne söyleyebilirsiniz ki?
Bu öyle bir yolculuk ki; ilk kavganız kendinizle, ilk zaferiniz kendinize karşıdır. Orada kazanamayanların bu serüvende pek adı geçmez.” diye yazmıştın. Şimdi ben de senin ardından, yine senden görerek aynı şeyleri söylüyorum. Sözün sözümüzdür yoldaş, umudumuzun kızıl bayrağı şimdi bizlerin elinde...
Elin bizde…

Yoldaşın