< < "İbretlik Yargılamaları Bilimle, Sanatla Toplumsal Hafızaya Not Düşüyor Arşivliyoruz"

"Bu Suça Ortak Olmayacağız" başlıklı bildiriye imza atan akademisyenlerin yargılaması sürüyor. Akademisyenlere hiçbir kanıt ve dayanağı olmayan 'kanaatler' üzerinden ceza verilmek isteniyor. Akademisyenler bu yargılamanın dünya akademi tarihine geçecek siyasi bir hukuk vakası olduğunu belirtiyorlar. 

İSTANBUL - "Bu Suça Ortak Olmayacağız" başlığıyla 11 Ocak 2016 tarihinde yayımlanan bildiriye imza attıkları için
İki bin iki yüzü aşkın akademisyenin bugün ve yarın İstanbul Adliyesi’nde davaları görülecek.
Bugün davaları görülen akademisyenlerin duruşmasında hukuk sisteminin iktidarın talimatıyla işlediğinin göstergesi niteliğindeydi.
Kimi akademisyenlerin davalarının birleştirilmesi kimilerinin tek tek görülmesi bu yargılamanın ve duruşmaların hangi kriterlere göre yapıldığını da sorgulattı.
Duruşmaların kimisinde izleyici alınırken kimisinde akademisyenin sadece birinci derecede yakınları alındı.

Kimi heyet akademisyenlere savunmasının hazır olup olmadığını sorarken kimisi avukat gelmeden celseyi başlattı.
28. Ağır Ceza Mahkemesi’nde davası görülen davalarda izleyici alınmazken bazı akademisyenlerin avukatı gelmeden duruşma başlatılmak istendi. Avukatı gelmeden kimlik tespiti yaptırmak istemeyen akademisyene ise "Seni dışarı attırırım", "Sus sen sanıksın burada" denildi.
37. Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülen davalardan birinde yapılan savunmada "Bu Suça Ortak Olmayacağız" bildirisi nedeniyle dava açılmasının kamuoyunda ve tarihte nasıl yer alacağını gösteriyordu.

Kemerburgaz Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi'nden Yrd. Doç. Dr. Lütfiye Bozdağ'ın Barış İçin Akademisyenlerin "Bu suça ortak olmayacağız" bildirisini imzalaması sebebiyle "Terör örgütü propagandası" iddiasıyla İstanbul Adliyesi'nde 37. Ağır Ceza Mahkemesi'nde yargılandığı davadaki savunması bu davaların niteliğini de ortaya koydu.
Yrd.Doç.Dr.Lütfiye Bozdağ savunmasını verirken hakim iki kez sözünü keserek "Aralarında mahkeme de olmak üzere devlet kurumlarını töhmet altında bırakan ifadeler kullanmak" gerekçesiyle uyarıda bulundu.
Bilimin temsilcileri akademisyenlere suç isnat ediliyor, dava açılıyor ve savunma yaparken bu suçun ne olduğunu iddia makamının belgelemekle yükümlü olduğunu belirtmesi de ayrıca savunma yapması gereken bir suçlamaya dönüşüyor. Savunma için süre istendiğinde reddediliyor.
Bozdağ'ın da ikinci bir 'suçlama' ile karşı karşıya kalması nedeniyle savunma için süre talebi reddedilirken, Av. Oya Meriç Eyüpoğlu'nun rahatsızlığı nedeniyle görevinin gerektirdiği savunmayı yapamama kaygısı olduğunu belirtmesi üzerine süre tanındı. Duruşma 13 Aralık 2018 tarihine ertelendi.
"Bu suça ortak olmayacağız" bildirisine imza atan Bozdağ'ın savunmasının bu yargılamanın niteliğini gözler önüne sermesi açısından paylaşıyoruz.


Akademide sanat-kuram-eleştiri dersleri verirken hayat ile sanat arasındaki geçişlilikleri, yer değiştirmeleri, çelişkileri, öğrencilerimle birlikte sanatın özgürlük alanından eleştirel düşünce zemininde, okuyup analiz etmeye çalışıyoruz.


"Sanat Üretimi ve Eleştirel Düşünce Toplum Gerçeklerinden Soyutlanarak Yapılamaz"
Gerek akademik üretimlerin gerekse sanatsal üretimlerinin ancak özgür bir ortamda ve eleştirel düşünce zemininde var olabileceğini temel alarak derslerimi yürütmekteyim.

Sanat üretimi ve eleştirel düşünce toplum gerçeklerinden soyutlanarak yapılamaz. Eleştirel düşüncenin gereği olarak her yurttaş gerekli durumlarda siyasal iktidarın uygulamalarını eleştirmeye, Türkiye Cumhuriyeti devleti yurttaşlarının barış içinde yaşamalarına yönelik düşünce ve taleplerini, kanaatlerini beyan etme hakkına sahiptir.

Türkiye Cumhuriyeti devleti, demokratik hukuk devleti olduğunu Anayasası ile belirlemiş bir devlet olarak; eleştirel düşünme fikrine dayanan ve bu hakkı koruyan bir yönetim biçimini de taahhüt etmiştir.

Hukuki ve toplumsal sorunlar üzerinde eleştirel ve yaratıcı düşünebilme yetisi olan
her yurttaş, bu taahhütte dayanarak düşüncesini açıklama özgürlüğüne sahiptir.
Anayasanın 26. maddesinde ifade edilen; düşünceyi açıklama ve yayma hürriyeti
güvencesine dayanarak, hiç kimsenin etkisi altında kalmaksızın, özgür irademle, 11
Ocak 2016 tarihinde yayınlanan “Bu Suça Ortak Olmayacağız” başlıklı bildiriyi
imzaladım.

"İddia Makamı Kanıtlara Göre Değil Kanaatlere Göre Hareket Etmiştir"
Bugün 16 Ekim 2018, “Bu suça ortak olmayacağız” bildirisini imzalayan yüzlerce
akademisyenden biri olarak 'terör örgütü propagandası' yapmakla suçlanıyorum.
Bana ve diğer imzacılara açılan davalar gösteriyor ki; Türkiye'de ifade özgürlüğü,
anayasa tarafından güvence altına alınmış bir yurttaşlık hakkı olarak uygulanmıyor.
Aksine, bu ve benzeri yargılamalar, (bırakalım yargılama sonunda ceza verilmesini
sadece bu içerikte dava açılmış olmasıyla bile) ifade özgürlüğünü kullanma
hakkımı/hakkımızı ihlal ediyor. Anayasa ve diğer yasalar ile düzenlenen temel
hakların kullanımına ilişkin ihlalleri tespit etmek, dolayısıyla ifade özgürlüğü başta tüm
silsilesi göstermektedir ki Türkiye’de yargılama makamı yurttaşlarının ifade
özgürlüğünü güvence altına almadığı gibi bu görevini yerine getirmediği gibi,
anayasal bu hakkını kullananları da “terör” suçuyla itham etmektedir.
Kişisel ve politik kanaatlere dayanan mesnetsiz bir iddianame ile yargılama
yapmaktadır. İddia makamı, kanıtlara göre değil kanaatlere göre hareket etmiştir.
Çünkü iddianamede barış bildirisine imza atan akademisyenlere isnat edilen
suçlamaya temel oluşturacak hiçbir somut ve hukuki delil yoktur. Buna rağmen
akademisyenlerin yargılanması, yargının “bağımsız ve tarafsız olmadığına” ilişkin
eleştirileri haklı çıkarmaktadır.

"Akademisyenleri Medyada Ölümle Tehdit Edenler Beraat Etti"
Siyasi iktidar 'aydın müsveddesi' olarak nitelendirdiği akademisyenleri hedef
göstermiş, “Bu devletin ekmeğini yiyip bu devlete ihanet edenlerin cezalandırılması
gerekir' açıklamasını yaptıktan sonra çete lideri Sedat Peker de bu açıklamalardan
güç alarak barış için imza atan akademisyenleri ölümle tehdit etmiş ve bu beyanını
açıkladığı mektubu basında yayınlamış, bu tehdit dolayısıyla yargılandığı
mahkemede ise hiçbir ceza almadan beraat etmiştir. Bu durum, Türkiye’de hukukun
adalete göre değil, siyasi kararlara göre işlediğini gösteren bir diğer örnektir.
Adil yargılanma hakkı, tarafsız ve bağımsız bir mahkemeyi gerektirir. Mahkeme
heyetlerinin sanığa karşı önyargılı olmaması gerekir. Ancak bugüne kadar kararını
açıklayan ağır ceza mahkemelerinde akademisyenler aynı suçlama için tek tek
yargılanmalarına rağmen, mahkeme savcıları aynı mütalaaları vermekte,
mahkemeler de kelimesi kelimesine aynı olan kararlar ortaya koymaktadır. Bir önceki
davanın gerekçeli kararı bir sonraki davanın kararına kopyala yapıştır yöntemiyle
yazılmaktadır. Bu durum göstermektedir ki; içerikte nasıl bir savunma yaparsak
yapalım sonucun daha ilk baştan belli olduğuna ilişkin kaygı duymamıza neden
olmakta, adil yargılama yapılmadığı ve yapılmayacağı yönünde düşünmemize yol
açmaktadır.

"Ölüm Yerine Yaşamı Savunmak Suç İşlemek Gibi Değerlendiriliyor"
Hukuk devletinde yaşadığını varsayan bir yurttaş olarak yasal haklarımı kullanarak
hükümet politikalarını, hükümetin icraatlarını, yönetme biçimini eleştirebilme hak ve
özgürlüğünden yararlanarak, devletin güneydoğu bölgesinde halkına karşı tutumunu
eleştirerek “çatışma yerine uzlaşmayı”, “ölüm yerine yaşamı” savunarak, “barışçıl bir
yaşam” talebinde bulundum. Bu talebimin, siyasi yönetim tarafından devlete karşı bir
suç işlemişim gibi değerlendirilmesi ise bir kanaattir.
Ancak yargının kanaatlere göre değil kanıtlara göre işlemesi gerekir.
Bu suça ortak olmayacağız” metninin kamuoyunda paylaşılmasının ardından bu
bildiriye imza atan akademisyenlerin “terör örgütü propagandası” yapmakla
suçlanması, dört akademisyenin tutuklanması, 2212 akademisyenden yüzlercesi
hakkında dava açılması, yüzlerce akademisyenin işten çıkartması ve KHK ile kamu
görevinden ihraç edilerek akademiden uzaklaştırılması tüm akademiye yönelik
baskıları gösteren dünya akademi tarihinde eşi görülmemiş bir tasfiye ve yıldırma
politikasıdır.

"Dünya Akademik Tarihine Geçecek Politik Bir Tasfiye"
Barış bildirisini imzalayan akademisyenlere ve onların taleplerine yönelik
tahammülsüzlük, sadece akademik özgürlüklerin ihlalini değil aynı zamanda en temel
demokratik hak olan ifade özgürlüğünü de tehdit etmekte ve baskı altına almaktadır.
12 Eylül 1980 askeri darbesinin ardından 1402 sayılı kanun maddesiyle akademiden
uzaklaştırılan akademisyenleri unutmadık. Darülfünundan itibaren başlayan muhalif
akademisyenlerin tasfiyelerini unutmadık. Türkiye akademisi her dönem akademiye
yönelik siyasi yaptırımlara fazlasıyla maruz kalan bir tarihe sahiptir. Benim de üyesi
olduğum Ünivder; Üniversite Öğretim Üyeleri Derneği olarak düzenlediğimiz aynı
zamanda küratörlüğünü üstlendiğim Türkiye Akademi tarihindeki hak ihlallerini
gösteren “Akademik Kıyım” başlıklı bir sergi ile akademideki tasfiyeleri, kronolojik bir
tarihsel süreç çerçevesinde belgeleriyle kamuoyuna sunduk. Toplumsal hafızaya not
düştük, unutmamak üzere bir hatırlatma yaptık. Bugün ise geçmişte olduğundan
daha büyük bir tasfiye ile karşı karşıyayız. Dünya akademi tarihine geçecek politik bir
tasfiye ile karşı karşıyayız.

"Çağlayan Koridorları Çevresinde Eleştirmeye Sosyalleşmeye Paylaşmaya Devam Ediyoruz"
Bugün demokratik iklimin tamamen ortadan kalktığı,
hukukun adaletli işlemediği, antidemokratik zeminde; kamusal etik ve vicdanın gereği
ile hareket etmenin cezalandırıldığını görüyoruz.
Barış talebinde bulunan akademisyenleri “terör örgütü” propagandası yapmakla
suçlayan bu iddianame, sadece kamusal yararı ihlal etmek açısından değil aynı
zamanda kurumsal özerklik ve akademik özgürlükten yoksun bir ortamın oluşmasına
ve eleştirel düşüncenin üniversiteden dışlanmasına da yol açmıştır.
Biz akademisyenler, her koşulda mesleğimizi yapmaya devam ediyoruz.
Kültürel/antropolojik bilgi biriktirmeye, Çağlayan koridoru ve etrafındaki insanlık
hallerini gözlemlemeye, adliye koridorlarında, bahçede, mahallede sohbetler ve
diyaloglar geliştirmeye, toplumsal sorunları eleştirmeye, sosyalleşmeye ve
paylaşmaya devam ediyoruz. Birbirimize destek olmaya, dayanışmaya, güç vermeye
devam ediyoruz. Hafta içi her gün gelip Çağlayan adliyesi bahçesinde basın
açıklamamızı okuyor, gülmeye devam ediyoruz. Dava koordinasyon ekibimiz ve
avukatımız Oya Meriç Eyüboğlu büyük bir özveri ile hem hukuki, hem psikolojik hem
de lojistik iş bölümü yaparak işleri kolaylaştırmaya, veri toplama, analiz ve
arşivlemeye sürecine katkı sunmaktadırlar.

"Savunmalarımız, Savcı ve Hakimlerin Sözleri ve Tavırları Toplumsal Hafızaya Bırakılıyor"
Sokak Akademisi, Kampüssüzler, Kültürhane ve dayanışma akademileri, birçok kentte ders vermeye devam ediyorlar. Burada yaptığımız savunmalarda savcıların, mahkeme heyetlerinin soruları, sözlerive tavırları da not ediliyor ve toplumsal hafızaya bırakılıyor. Bu salonlarda yapılan
savunmalar sadece mahkeme heyetlerine değil aynı zamanda Türkiye kamuoyuna,
aynı zamanda dünya kamuoyuna yapılıyor. Bu yargılamalarla savunmak zorunda
kaldığımız barış talebi ve ona zemin oluşturan eleştirel düşünce zemini, ilke ve
değerleri, bugün için değil asıl gelecek için önem arz etmekte ve daha yaşanabilir bir
dünya umudumuzu diri tutmaktadır.
Devletin, toplumsal barışın koşullarını yaratması ve koruması gerekirken barış
isteyen akademisyenleri yargılaması dünya hukuk tarihinde eşi görülmemiş prototip
siyasi bir hukuk vakası olarak yerini alacaktır. Akademisyenler olarak bizler,
mahkemedeki yargılanmaların zabıtlarını tutuyor, arşivliyoruz. Geleceğe kalsın diye,
bir daha yaşanmasın diye, bu ibretlik yargılamaları tarihe not düşüyor, belgeliyoruz.
Kendi tarihimizi oluşturuyoruz. İktisat, matematik ve fen alanından olan
arkadaşlarımız veri toplayarak, istatistik tutarak yaşanan durumu niceliksel verilere
dönüştürerek somutlaştırıyorlar. İçimizden sosyal bilimci olanlar bu yaşananları
araştırmalarıyla, makale ve bildirileriyle, yazdıkları ve yazacakları kitaplarla toplumsal
hafızaya not düşüyorlar. Sinema ve iletişim alanından olan arkadaşlarımız
belgeseller, kısa ve uzun metrajları filmlerle, animasyonlarla bu hukuk skandalını
belgelemeye sanat dili üzerinden katkıda bulunuyorlar. Sanat alanından olan
arkadaşlarımız çizdikleri karikatür, resim ve her türlü sanat yapma biçimiyle yaşanan
traji-komik durumu dışavururken sadece tarihe değil sanat tarihine geçecek
çalışmalarıyla arşivde yer alıyorlar.
Etik ilkelere dayanan ve topluma karşı sorumlulukları olan bir mesleği icra eden bir
akademisyen olarak tarafıma yöneltilen “terör örgütü propagandası yapma”, şiddeti
meşru gösterme veya teşvik etme suçlamalarını kabul etmiyorum. Barış bildirisi,
adından anlaşıldığı gibi barış istemine ilişkin olup, şiddet çağrısı yapan bir düşünce,
niyet ya da kasıt içermemektedir. Bu bildiri anayasa çerçevesinde ve Türkiye’nin taraf
olduğu uluslararası sözleşmeler korumasında, barış talebini dile getiren, ifade özgürlüğü kapsamında değerlendirilmesi gereken bir bildiridir. Bu gerekçelerle derhal
beraatımı talep ediyorum. 16.10.2018"