< < Araştırma/İnceleme: Bologna Süreci

Avrupa ve Türkiye'de yükseköğretimde yapılan değişiklerin son on yılı kısaca "Bologna Süreci" olarak ifade edilebilir. Bu süreç "Avrupa Yükseköğretim Alanı" ve "Avrupa Araştırma Alanı" olarak da dile getirilir.

Bu çerçevede;

+Bilgiye dayalı toplum

+İstihdam edilebilirlik

+Hareketlilik

+Kalite güvencesi

+Yaşam boyu öğrenme

gibi terimler sık sık kullanılır ve bunlar sürecin görünen ve tartışılan yüzünü oluşturur.Bologna Süreci'nin temel kavramları, geleneksel üniversite söyleminden farklı olarak, piyasa yönelimli faaliyetler içerir. Ve bu süreç Türkiye'de hiç tartışılmadan kabul görülüp uygulanmıştır. Bologna Süreci, üniversitelerin yerel, ulusal ve küresel piyasalarla uyumlaştırılması sürecidir. Bologna Süreci biçimsel olarak Bologna'da 1999 yılında 29 ülkenin eğitim bakanları tarafından deklare edilen bir bildirgeye dayanır. Bologna Süreci, niteliksel olarak ise yükseköğretimin tümden metalaştırılması ve sermayenin ihtiyaç ve kararlarına göre bağlanma sürecidir.

Bir örnekle açıklamak gerekirse;

Sovyetler Birliği'nin dağılışı Bologna Süreci'ni güçlendirmiştir. Rusya ve Çin'e kadar sermayenin küreselleşmesine paralel bir şekilde küresel olan bilgi ve teknolojinin sermaye ile uyumlaştırılması başlamıştır. Kapitalist sistemde sermaye sınıfı eğitim sistemini şöyle kullanır;

+Üretimin devamını sağlayacak nitelikli eleman yetiştirmek,

+Devlet aygıtına nitelikli kadro yetiştirmek,

+Sermaye sınıfının ideolojisini, dünyaya bakış açısını topluma yayabilmek

 

Bologna Süreci'ni özetlemek gerekirse;

1.Tüm dünya yükseköğretim ve üniversite anlayışı, kurum ve organizasyonunun,

2.Piyasa öncelikleri ve sermayenin küreselleşmesi temelinde,

3.Tüm emek, öğretmen, akademisyen ve araştırmacı gücünü metalaştırmak üzere,

4.ABD modeline uygun şekilde yeniden düzenleyerek;

5.Akademisyenlerin özerk varlığını (üniversite özerkliği ve akademik özgürlükleri),

6.Özgür düşünceyi

7.“Gerçeği arama”nın farklı yollarını, farklı bilme biçimlerini ortadan kaldırma sürecidir.

 

90'lı yıllarda SSCB'nin çöküşüyle beraber, gelişmiş kapitalist ülkeler başta olmak üzere, tüm kapitalist dünyada sosyal devlet uygulamalarının, böylece de kamusal eğitim, sağlık ve sosyal güvenlik gibi sosyal refah harcamalarının ciddi ölçüde budanmaya başlandığı bir süreç başlamıştır.

Bu süreç, eğitim alanında ve özellikle üniversitelerde etkisini çabuk göstermiştir. Bologna Süreci, piyasa düzeneğine bağlı yükseköğretim ve araştırma sektörü oluşturma ve bu alanı küreselleştirme süreci olarak tanımlanırsa, sürecin ana sahipleri de çok kabaca finans sermaye ve onların yükseköğretimdeki temsilcileri şeklinde özetlenebilir.

YÖK, Bologna sürecini şu şekilde tanımlamaktadır; “Bologna Süreci, 2010 yılına kadar Avrupa Yükseköğretim Alanı yaratmayı hedefleyen bir reform sürecidir. Pek çok uluslararası kuruluşun işbirliği ile 45 üye ülke tarafından oluşturulan ve sürdürülen, alışılmışın dışında bir süreçtir. Bir başka deyişle Bologna Süreci, üniversite ve akademisyenlerin karar vericisi olduğu bir süreç değildir, onları aşmakta ve düzenlemektedir.

Bologna Süreci, temel olarak uluslararası, ulusal ve kurumsal olmak üzere üç düzeyde yürütülmektedir...

•Ulusal düzeyde Bologna Süreci, ülkelerin Yükseköğretimden sorumlu bakanlıkları, ulusal rektörler konferansları/komiteleri, ulusal üniversite birlikleri, ulusal öğrenci birlikleri ile kalite güvencesi kuruluşları, şirketler vb. kuruluşlar tarafından yürütülmektedir.

Türkiye’de YÖK, TÜSİAD, TOBB, ÜAK, YÖDEK, Avrupa Birliği ve Dış İlişkiler Birimi, strateji kurulları, ulusal ajanslar, öğrenci birlikleri, Bologna İzleme Grubu ve Uzmanlar Takımı vb. sayılabilir.

•Yerel kurum düzeyinde, şehrin ticaret ve sanayi odaları, yükseköğretim kurumları, fakülteleri, bölümleri ile öğrenci ve öğretim görevlileri temsilcileri tarafından yürütülmektedir. Türkiye’de AYA ve 5018 sayılı yasa sonrası rektörlük, ADEK, BEK, Dış İlişkiler Ofisi, strateji kurulları, valilik, ilin sanayi ve ticaret odaları, ulusal ajans, öğrenci temsilciliği sayılabilir. Bologna Süreci'nin anlaşılabilmesi için bu organ, kuruluş, ajansları tanımlamakta yarar bulunmaktadır...

Teknik bir mantık çerçevesinde finans kapitalizm adına yükseköğretim ve yetişkin eğitimini tümden kontrole yönelik Bologna Süreci’nin mevcut mevzuata ve uygulamalara yansımış vizyon, misyon ve mekanizmaları başlıklar halinde şu şekilde sayılabilir:

•Amaç (Vizyon, İdeoloji): Kapitalist Ekonomi Politiği Üniversitelerde (Yükseköğretim Sektörü-Üçüncü Sektör) Hâkim Kılma

•Misyon, Görev, Hedef: “AYA-Avrupa Üniversite Alanı” ve “AAA-Avrupa Araştırma Alanı” Oluşturma ve bunları dünyaya yaygınlaştırma.

Türkiye üniversitelerinin Bologna Süreci’ne dahil oluşu ve gelişimini, kapitalizmin Türkiye’de gelişim seyri içinde anlamak gerekmektedir. Türkiye üniversiteleri özerk ve demokratik üniversite niteliklerinde çeşitli sorunlar yaşamakla birlikte, yönünü kıta Avrupa üniversite modeline çevirmişti. Bununla birlikte, 1980’de 12 Eylül askeri darbesi ve 2547 sayılı yasa ile üniversiteler Anglosakson modele kaydırılmıştır. Türkiye’de Bologna Süreci’nin Kısa Tarihi Türkiye’ye Anglosakson modelin etkisi, II. Dünya Savaşı sonrası dönemde belli düzeylerde yansımaya başlamıştır. Yine de 2001’e kadar görece piyasaların yanında merkezi otoritenin de etkisini taşıyan birinci dönem ve 2001’de resmen üyelikle başlayan bilgiyi ve eğitimi metalaştırıcı sayılabilecek AYA (Bologna Süreci) dönemi olarak ikiye ayrılması uygundur.

Türkiye üniversitelerinin Anglosakson modele yönelmesi 1947’li süreçlere kadar geri götürülebilir. II. Dünya Savaşı sonrası ideolojik olarak DTCF tasfiyesi yaşanmıştır. Aynı süreçte Yüksek Köy Enstitüsü de kapatılmış ve Öğretmen Okullarının önemi azaltılırken, diğer yandan daha geleneksel müfredatlar ve “liberal Batı ” (ABD) tipi fakülte, dahası İHL ve Yüksek İslam Enstitüsü (İlahiyatlar) açılmaya başlanmıştır.

1961 Anayasası'nın getirdiği daha devletçi-kamucu sosyal devlet anlayışı 1971 darbesi ile ve devamındaki süreçte biraz örselense de 1980’lere kadar etkisini sürdürmüş, üniversiteler kısmen özerk varlıklarını sürdürmüşlerdir. Bu anlamda büyük kırılma, hem ideolojik, hem de idari-akademik-mali yönetim anlamında 1980 darbesi sonrası gerçekleştirilebilmiştir. DPT’nin önerdiği bu model büyük oranda 1981’deki 2547 sayılı Yükseköğretim Kanunu ile uygulamaya sokulabilmiştir. Türkiye’de yükseköğretim sisteminde esas kırılma, 12 Eylül 1980 darbesi ve onun ürünü 2547 sayılı YÖK yasası ile başlatılabilir. YÖK’ün ilk dönem felsefesi daha çok devlet merkezli bir hiyerarşik yapı öngörmekle birlikte, kuruluş şeması ve derece sistemi Anglosakson geleneğe çok yakındır. Ayrıca kurucu başkan Doğramacı’nın, hem de bir kısmı Beykent kampüsünün arazileri üstünde, Türkiye’deki ilk Vakıf Üniversitesi Bilkent’in kurucusu ve sahibi olduğu unutulmamalıdır. Bilkent ve Vakıf Üniversiteleri; hem Vakıf görünümü altında özel üniversite, hem de mütevelli heyetiyle yönetilen bir model oluşturmaktadır.

Türkiye'de Bologna Süreci:

Türkiye 2001 yılından itibaren Bologna sürecine üyedir ve üyeliğini aktif olarak sürdürmektedir. Türkiye’de yükseköğretim alanındaki yapısal değişikliklerin neredeyse tamamı Bologna Süreci’nin istekleri doğrultusunda gerçekleştirilmektedir. Herhangi bir karşı direnç de oluşturulamadan...AYA(Avrupa Yükseköğretim Alanı) oluşturulması, yani Bologna Süreci hem genel olarak, hem de diğer Avrupa ülkelerinden daha hızlı biçimde tamamlanmıştır. Artık Türkiye de Bologna Süreci’nin parçası konumundadır. Yazıya Türkiye'de üniversitelerde Bologna sürecini ve eğitim sürecini anlatan Eğitim Sen'li ve SES'li akademisyenlerin de bu süreç hakkındaki düşüncelerini eklemek istedim. Eğitim, kâr elde etmek üzere sermayenin yatırım yaptığı bir alan haline getirilmiştir. Eğitim artık faydalananın ödediği fiyat üzerinden satılan bir hizmettir. Özel/vakıf üniversiteler, ikinci öğretim programları, paralı yaz okulları, sertifika programları, tezsiz yüksek lisans uygulamaları ve her geçen gün artan öğrenci har(a)çları yükseköğretimdeki ticarîleşmenin somut göstergeleridir. Bu koşullar altında üniversitenin kapıları emekçi çocuklarına kapanmıştır.

Günümüzde sermaye, üniversiteye yalnızca dışarıdan gelmemekte, aynı zamanda üniversitelerin kendisi sermaye mantığıyla yeniden düzenlenmekte ve işletilmektedir. Devlet tarafından finanse edilen yükseköğretim kurumları piyasa norm ve değerlerini benimsemeye zorlanmıştır. Kamu kurumlarına işletme kültürünü yerleştirmek için bütçelerinden kesintiler yapılmıştır. Üniversiteler kendi yaratacakları kaynaklara, döner sermaye gibi kamu bütçesi dışındaki gelirlere bağımlı hale getirilmiştir. Geldiğimiz aşamada üniversiteler vakıfları, şirketleri, taşeronları, teknoparkları, döner sermaye uygulamaları, ticarîleşmiş kampusları ile birer işletmeye dönüşmüştür. Üniversitelerimiz salt diploma ve unvan dağıtan ve işgücü piyasasını besleyen bir kuruma indirgenmiştir.

YÖK otoriter ve baskıcı yapısı ve zihniyetiyle tüm yükseköğretimi tahrip eden bir ilişkiler sisteminin toplamıdır. YÖK’ün ve onun tek iradî temsilcisi olan rektörlerin otoriter ve merkeziyetçi yapısıyla birlikte yükseköğretim, toplumla organik bağ kuramayan, yalnızlaşmış, toplumsal aidiyeti olmayan, iktidar ve güce tapınan, varlığı koşulsuz “uyum” sağlamak olan insanları yetiştirmektedir.

Kuşkusuz tüm bu sürecin temel taşıyıcısı olan YÖK yalnızca bir üst kurul değildir; yıllardır üniversitede resmi ideolojinin yeniden üretilmesini sağlayan, sermayenin çıkarı doğrultusunda yarattığı ilişkiler sisteminin bir toplamı olarak algılanmalıdır. 12 Eylül askerî darbesinin ürünü olan Yükseköğretim Kanunu, öğretim elemanlarını ve öğrencileri kontrol altına almak üzere oluşturulmuş bir tepki yasasıdır. Üniversitenin tüm bileşenlerinden devlet aklına uygun bir biçimde düşünüp davranmaları istenmiştir. Üniversitedeki tüm yetki tek bir kişiye, YÖK’e bağlı rektöre bırakılmıştır. Üniversite yönetimi otoriter, baskıcı, ayrımcı/kayırmacı olabilen, mutlak yönetim gücüyle donanmış tek bir kişinin adeta kişisel iktidarı haline gelmiştir. Disiplin yönetmelikleri üniversite emekçilerine ve öğrencilere yasal şiddet uygulanmasının aracıdır. Rektör, YÖK’ün merkeziyetçi anlayışını sürdüren “güvenilir” kişidir. Rektöre karşı denge oluşturacak herhangi bir merci fiilen yoktur. Senato ve yönetim kurulları ise yetkisiz, temsilî oluşumlardır.

YÖK’ün 27 yıllık hızlı “okul”laştırma süreci, köklü gelenekleri olan kamu üniversitelerinin bir tür tasfiyesi üzerine şekillenmiştir. Bu süreç, bir yanıyla ancak meslek yüksekokulu düzeyinde eğitim veren ve üniversite kimlikleri tartışmalı olan çok sayıda “okul”un “üniversite” adıyla sisteme dâhil edilmesiyle, diğer yanıyla da sayıları sürekli olarak artan ve amaçları salt kâr etmek olan özel/vakıf üniversitelerin kurulmasıyla sürmüştür. Bu üniversiteler kamuda yetişmiş öğretim üyesi gücünü masrafsız bir biçimde transfer ederek ya da söz konusu öğretim üyelerini taşeron olarak kullanarak, kamu üniversitelerini çökertmekte ve yükseköğretimin hızla özelleşmesine katkı sağlamaktadır. Üniversite piyasalaştıkça istihdam rejimi değişmekte, iş güvencesi yitirilmektedir!

Üniversitelerdeki hiyerarşik ve eşitsiz ilişkiler, itaat ve korku kültürünü yaygınlaştırıp akademisyenleri kişiliksizleştirmektedir. İşsiz kalma korkusu, akademisyenlerin pek çok keyfî ve anti-demokratik uygulamaya boyun eğmesi ve sindirilmesiyle sonuçlanmaktadır. Böylece sistemin istediği pasif ve itaatkâr akademisyen tipi yaygınlaşmaktadır.

Neoliberal politikaların bir sonucu olarak esnek ve güvencesiz çalışma üniversitenin yeni istihdam rejimidir. Özellikle araştırma görevlilerinin iş güvencesini ellerinden almaya yönelik uygulamalar üniversitenin geleceğini yok etmektedir. Üniversitede artık taşeronlarla yürütülen hizmetler, üniversite emekçilerinin güvencesiz ve sendikasız çalıştırılmasına yol açmaktadır.

Eğitim sisteminin piyasalaşması emek sömürüsü kapitalist sistemin sınırları içerisinde çözülemez.

Gençlik olarak gittikçe, piyasalaşan, bizleri ucuz iş gücüne çeviren eğitim sistemine karşı akademik, demokratik mücadelemizi her koşulda sürdürmeliyiz, fakat gençliğin geleceğinin gerçek kurtuluşunun sosyalizmde olduğunu belirtmek isteriz. Bilimsel, anadilde, parasız eğitim ve demokratik liselere kavuşabilmenin özlemini hepimiz çekiyoruz. Fakat bu sorunun temel çözümü işçi, emekçilerin demokratik halk devrimi mücadelesinde yerimizi almak, safımızı proletaryanın safları ile birleştirmektir. Bu nedenle gençlik sokağa, mücadele etmeye!

Parasız, Bilimsel, Anadilde Eğitim Sosyalizmde!

İstanbul'dan Bir DÖB'lü