İnşaat İşçilerinin Örgütlenmesi Üzerine

Makale Dizini

DİSK’e bağlı Dev Yapı-İş Sendikası’ndan Hasan Oğuz'la bir söyleşi yaparak, inşaat sektöründeki sorunları, çalışma koşullarının işçilerin yaşamına nasıl yansıdığını, şu süreçte en çok 3. Havalimanı'yla gündeme gelen inşaat işçilerinin örgütlenme sorunlarını konuştuk.

 

Merhaba hoşgeldiniz

Hoşbulduk, merhaba

 

Üzerinde çok durduk ama 3. Havalimanı'ndan başlamak istiyoruz; çünkü inşaat sektöründeki problemler bu şekilde görünür oldu. Oradaki sorunlardan başlayarak genel olarak inşaat sektöründeki sorunları aktararak devam edelim.

Hasan Oğuz: İnşaat işçilerinin sıkıntıları 3. Havalimanı'yla yansıdı; ama aslında bu sıkıntılar ezelden beri olan sıkıntılar. Eskiden çok daha zor koşullar mevcuttu; ama çalışma baskısı bu kadar yoğun değildi. Şartları daha kötüydü. Mahalle arası diye tabir ettiğimiz daha küçük şantiyeler mevcuttu. Ama daha dostane ilişkiler üzerinden giden bir ilişkilenme mevcuttu. Oranın koşulları daha farklıydı; mesela işçiler şantiyede yatıp kalkıyordu. Yaptıkları inşaatın içinde yatıp kalkıyorlardı. Orada kendilerine göre ördükleri bir odayı yatakhaneye çeviriyorlardı, bu şekilde barınıyorlardı. Yemeklerini kendileri yapıyorlardı, marketten, manavdan temin ettikleri gıdalarla. Dışardan alınan tabldotlar çok nadir oluyordu.

Daha mahallemsiydi, ama bir binayı yapmak bir sene sürüyordu. Şimdi bir AVM’yi bitirmek 1-2 sene. Devasa bir AVM'yi iki senede bitirebiliyorsun. Şehir hastaneleri 2-3 senede biter hale geldi. Bu da üretim baskısının yoğunlaşmasından kaynaklıdır. Koşullar değişti, şirketler kurumsallaştı. Patronlar önce çadırlara aldılar işçileri, ki Marmara Park AVM’de işçiler yanarak can verdikten sonra, çadırdan da çıkartıp konteynır sistemine daha yoğunlukta yöneldiler. Ama onun da getirisi tahtakurusu oldu. Yemekhanede yemekler yapıldı ya da dışardan getirildi, bu sefer de gıda zehirlenmeleri yaşandı. Yani bu tarz çalışma yöntemlerinin ve şantiyelerin getirisi olduğu kadar götürüsü de oldu. 3. Havalimanı ise tüm Türkiye’nin gözleri önünde yaşandı. Üzerinde çok duruldu. Ben isterim ki, genele yönelik başka şeyler konuşalım. Çünkü 3. Havalimanı çokça konuşuldu.

İnşaat sektörü ezelden beri toplumun en alt tabakasından insanların geçinebilmeleri için başvurdukları iş kolu oldu. Geçmişten beri bu böyle oldu. Köydeki insanların belirli dönemlerde mevsimlik olarak çalışıp, ki genelde yaz ayları daha hareketlidir; inşaat sektöründe kışın işler biraz duruyor,yazları buraya gelip çalışıp kışları köylerine gitmeleri üzerinden gelişen bir sektördür. Yoğunluk olarak çalışması artmasına rağmen sıkıntıları hiç giderilemedi aksine arttı

3. Havalimanında ortaya çıkan talepleri, biz her zaman dile getirdik. Geçmişten bu yana mücadelesini verdiğimiz sorunlardı. 3. Havalimanıyla daha görünür oldu; çünkü daha kitlesel işçiler bu talepleri dile getirdi, biraz da zor yoluna başvurmak son çare olarak işçilerde ortaya çıktı. Bu nedenlerle topluma yansıdı. Biraz daha görünür kılındı. Daha önce de bu tarz eylemler oldu ama daha küçük çaplıydı. İş cinayetleri zaten uzun zamandır hepimizin konuştuğu ve dikkatimizi çeken bir konuydu; üretim baskısından kaynaklı. Neden böyleydi diye soracak olursak tersanelerde bu üretim baskısı yoğundu. İş cinayetleri de kendini yoğun olarak oralarda gösteriyordu. Orada verilen mücadeleler sonucunda bu biraz azaldı.

Daha sonrasında bu yoğunluğun şantiyelere, inşaatlara aktarılmasından kaynaklı bu sorunlar kendini şantiyelerde göstermeye başladı. Ben aşağı yukarı 15 senedir şantiyelerde çalışıyorum. Babadan inşaatçıyım. Babamın yanında başladım ilk zaten amelelikle. Yani orada şöyle bir şey vardı, eskiden işçiler mahalle arası denilen küçük şantiyelerde daha bir iç içe ve dostane ilişkiler içinde çalışırlardı. Türküsünü söyleyen orda, çayıyla uğraşan, yorulunca oturup sigarasını içen bir ortam mevcuttu. Bir baskı yoktu yani… yorulunca kenarda oturup dinlenebiliyordunuz. Ustabaşı da zaten ya akrabanız, tanıdığınız, eşiniz- dostunuz falan. Ondan kaynaklı bir sıkıntı olmuyordu. Ya da hastalandığınız zaman herhangi bir yerden rapor almanız gerekmiyordu. Hastalandığınızı görüyordu usta. Bu yetiyordu. İşin yapılması lazım ama şu tarihte bitecek diye herhangi bir şey yoktu. Öyle bir durumdan şöyle bir duruma geçildi. Birbirini takip eden süreli işler kendini göstermeye başladı. Bu da bir üretim zorlamasını meydana getirdi. Temel atılacak, zemin çekilecek, demirler döşenecek, beton atılacak, kat çıkılacak, kalıpçı gelecek, demirci gelecek, duvarcı gelecek hızla birbiri ardına gelen bir çalışma sistemi kendini göstermeye başladı.

Ağır bir iş kolunda çalışıyorsanız belirli bir çalışma saatleri olması lazım. Normalde 8 saat çalışma süresi ama zorunlu mesai ile 11-12 saate çıkartıyorlar, ki havalimanında bunu yaşadık. Birçok şantiyede de bunu yaşıyoruz. Normalde 8 saatten bile az çalışmamız lazım; çünkü fiziksel güce dayalı, efor gerektiren bir iş yapıyorsunuz. Tehlikeleri çok fazla. İş kazalarına bakın en yoğun yaşandığı saatler bir sabah saatleri, bir de akşam iş çıkış saatleri. Çünkü zaten yorgun olan bir vücut çalışmaya zorlandıkça dalgınlık, yorgunluk, denge kaybına neden oluyor. Mesela sabah işe başladığınızda daha zindesiniz, ayağınıza bir taş takıldığında küt diye düşmüyorsunuz. Kendinizi dengede tutabiliyorsunuz. Ama akşam saatlerinde herhangi bir ayak takılmalarında, yanında sağında solunda bir asansör boşluğu ya da başka bir boşluk varsa oradan aşağı düşebiliyorsunuz. Merdivenlerden yuvarlanabiliyorsunuz. Bunlar çok başımıza geldi. Benim başıma gelmese de çokça duyuyorum.

Çalışma koşulları bu şekilde yoğunlaştı. Bir fabrikadaki bant sistemi gibi birbirini takip eden iş sistemini inşaatta uygulamaya başladılar; kısmen başarılı da oldu. Ama arkasından bu sıkıntıları getirdi. Zaten sağlıklı beslenme söz konusu değil. Sağlıklı barınma söz konusu değil. Sağlıklı çalışma ortamı söz konusu değil. İş kazalarının böyle artması çok normal.

Beslenme koşullarına gelecek olursak...Eğer siz bir işçiye günlük yemeğini veriyorsanız, onun göre de kalori ihtiyacını gidermeniz gerekiyor. Bu koşullar hangi şantiyede sağlanıyor. Bırakın hesaplama yapmasını, ölçmesini, sağlıklı bir yemek dahi çıkmıyor. Doyabileceği bir yemeği olmuyor çoğu zaman. İnşaatçılar derler ya, ekmeğe abanıyorlar diye, çünkü doyması lazım adamın. Başka türlü doyması imkansız verilen işi yapabilmesi için, o masadan doymuş olarak kalkması gerekirken, aksine zehirlenmeler kendini gösteriyor.

İSİG Meclisinin beslenme komisyonunun yaptığı araştırmalara göre, ağır iş kolunda çalışan işçiler için, ki inşaat iş kolu buna giriyor, ara öğünlerin olması gerekiyor. Ben kendimde yaşıyorum bunu. Kahvaltı yapıp çıkıyorsunuz, öğle yemeği 12.00'de. Saat 09.00’da, 10.00’da acıkmaya başlıyorsunuz. Bir ara öğün ihtiyacı hissediyorsunuz. Saat 12.00'ye geldiğinde bayılacak gibi oluyorsunuz. Tansiyonunuz falan düşüyor. Yemeği yiyorsunuz geliyorsunuz, o şekilde iş başı yapıyorsunuz. Saat 15.00 gibi tekrar bir acıkma kendini gösteriyor. Hiç bir ara yok tabi bu sürede. Eskisi gibi oturup bir çay bile içemiyorsunuz.

Şantiyelerde çay molası yok. Kendi temin ettiği aletlerle çay yapanlar var. O da kaçak. Patron görmeyecek yani. Biz mesela şöyle yapardık. Küçük kahve ketılları olur. Bir poşet ondan koyardık. Üçü bir arada kahve koyardık. Özellikle kış aylarında çok soğuk olduğu için, plastik bardak alırdık ve üçü bir arada. Pratik. Suyu dökerdik, ısınırdı. Üçü bir aradayı,bir sigaramızı içip hemen işimize devam ederdik. Ki bunu da patronun görmemesi lazımdı.

Eskiden yorulduğunda dinlenip, sonra tekrar iş başı yapabileceğin şantiyede, bugün bir sigara içiyorsun, ikinci sigarayı içtiğin zaman patron diyor ki "Hasan sen ikinci sigarayı yaktın"... Göze batıyorsun.

Hijyenik ve sağlıklı koşullarda barınıp çalışamıyorsun.. Tahtakuruları var örneğin, hijyenik olmayan koşullarda uyumaya çalışıyorsun, ama hiç bir şekilde uyuyamazsın. Sonra sen o yorgun dinlenemeyen kişiden ağır iş yapmasını bekliyorsun. Uykusunu alamamış, sağlıklı beslenememiş, çalışma ortamı da sağlıklı ve güvenli değil; iş kazasının olması kaçınılmaz yani. Diyorlar ki, bazı şeyler işçilerden kaynaklı. İşçilerden kaynaklı da, işçiler bunu isteyerek mi yapıyor. Ona dayatılan bir çalışma sistemi var. Bundan kaynaklı öyle.

Mesela iş kazaları üzerinden konuşacak olursak, diyorlar ki işçiler tedbir almıyor. İşçilere anlatıyoruz, işçiler anlamıyor, uygulamıyor. İyi de işçinin uygulayabileceği bir sistem yok ki. Taşeron sistem dediğimiz, ki buraya ayrıca da geleceğiz, en sıkıntılı mevzulardan biri. Siz bir şirketsiniz, örnek veriyorum 3. havalimanında bir şirketsiniz. 700 tane kayıtlı taşeron var. Alt taşeronları 2000'i bulan bir rakam söz konusu. En üstteki işi yaptıracak. Taşeronları çağırıyor. Boya badana ekibi üzerinden konuşalım. Diyor ki, bu boya badana işini ne kadara yaparsın. O diyor ki, metre karesini ben bir liradan yaparım. Alıyor işi metrekaresi 1 liradan. Çağırıyor Ahmet'i Mehmet'i, diyor ki metrekaresini 70 kuruştan size vereyim. Tamam diyor alıyor. O da kendi alt ekibine resmi olmayan, şirketi olmayan kendi bünyesi altında çalıştırdığı ekibine elli kuruştan veriyor. Adam şöyle bir masada milyonları kazanıyor. Hiçbir işçisi yok kendisine kayıtlı. Sadece bir şirket var ortada. Bir kaç tane muhasebecisi var, mühendisi mimarı varsa var, ihtiyacı olduğu kadar. Ofis üzerinden şantiye yapıyorlar. Şantiyeye adımını atmadan inşaatı bitiren şirketler var. Bir liraya alan, 50 kuruşa alana iniyor. 50 kuruşa alan da o işten 50 kuruşu kazanabilmek için birçok şeyden feragat ediyor. Mesela iş güvenliği tedbirini almıyor. Diyor ki, ben beş dakika oraya iş güvenliği şeridi çekene kadar beş dakikada 2 metrekare iş yaparım. Dakikalarla yarışıyor. Yemeğini yiyor, dinlenmesi lazım. Diyor ki, benim kendi işim, götürü almış; diyor ki, dinlenmeyeyim yarım saat fazla çalışayım. Yarım saat yemekte gitti zaten. Yarım saat fazladan iş başı yapayım. Fazla iş çıkartayım diyor. Adam bunların hesabını yapıyor.

Mesela konuştuğum için birçok arkadaşla biliyorum, dış cephede çalışan arkadaşlar, (iskelede çalışan arkadaşlar) tehlikeli bir iş bölümü. Binanın dışında binaya montelenmiş bir iskelede çalışıyor bu arkadaşlar. Yukardan halatların sarkıtılması lazım. Bu arkadaşların kemerlerini giymesi lazım. Kemerleri bu halatlara bağlaması lazım Çünkü o iskelenin de binadan kopup devrilme ihtimali var. Kendinizi ona bağlayamazsınız, binaya bağlamanız gerekir bu nedenle. Böyle de bir durum söz konusu. Taksim'de koca iskele yolun ortasına devrildi hatırlarsınız. Bir arkadaşla öyle konuşuyorum, diyorum ki kemeri giymiş, ama kendini bir yere bağlamamış. Sadece görünmelik giymiş. Niye bağlamadın, buradan düşersen ne olacak, bu senin güvenliğin için sonuçta. En azından kendini iskeleye bağla. Diyor ki ben bunu takarsam günde 5 metrekare iş yapacağım. Ki istenilen miktarda işi çıkartamam. Patronuyla bu sefer sıkıntılar yaşamaya başlar. Ustalığı sorgulanmaya başlar. Aldığı ücret sorgulanmaya başlar. Takmadan çalışsam, 15 metrekare çıkartırım, ki standart da o şekilde belirlenmiş. Bir günde15 metrekarelik işi yapamazsan, ya ustalığında bir sıkıntı var, ya çalışmanda bir sıkıntı var. Bir kaytarma söz konusu falan. Patron sana direk bu şekilde başlıyor ve işinin devamı da riske giriyor.

Diyelim ki burada şaft boşluğu var. Etrafına bir şeyler koymam lazım, şeritleri onlara bağlamam lazım. Şantiyenin etrafından bir şeyler toparlamam lazım. Örnek veriyorum iskeleleri getirip koymam lazım ki, görünürde iskele yok, örnek veriyorum. İskelelerin etrafından şerit çekmem lazım ki burası iş sahası girmeyin diyerek. E şimdi görünürde iskele yok, ben bulucam. Şeridi çekicem gitti yarım saat. Düşünüyorsun yarım saatte ben şu kadar iş yaparım. Yapmazsam patrondan fırça yerim. Güvenliği almadan, biraz dikkat ederek çalışırım mantığıyla bakıyor. Ki işçilere bu düşünme tarzı, bu yaklaşım tarzı biraz dayatılıyor. Ondan sonra da biz diyoruz ki,işçiler anlamaz. İşçiler anlamaz tabi, işçilere dayatılan bir şey var sonuçta. Ona dayatılan koşulları değiştirmen lazım ki, işçinin şundan emin olması lazım: Güvenliğimi alarak çalışacağım, ne kadar iş çıktıysa sıkıntı yok işime devam ederim...Bunun güvencesini alması lazım. Ki böyle bir güvenceyi kimse vermiyor.

Eskiden daha rahat, free çalışan arkadaşlar, şimdi inşaata gidin bakın, koşarak çalışıyorlar. Aldığı işi yapması için bildiğin koşarak çalışan işçiler var. Akşam da özellikle çok dikkat ediyorum ben. Çok da göze batıyor zaten bariz bir şekilde görünüyor. İş çıkış zamanlarında yakınınızda bir şantiye varsa bir bakın, işçiler şantiyelerden bildiğin sürünerek çıkıyorlar. Yorgunluktan bitkin, argın. Ben bir inşaat işçisini gördüğüm zaman hemen anlıyorum yani. Otobüste bile gördüğüm zaman tamam diyorum bu adam inşaatçı. Ya montunda boya lekesi oluyor. Ya toz lekesi oluyor. Ya ayakkabısı tozlu oluyor. Anlıyorsunuz yani. Bir beden işçisi yani belli. Adam otobüste uyumaya başlıyor. Eve gitmeye dermanı yok.

Konuşuyorum mesela iş arkadaşlarımla. Diyorlar ki, valla dermanımız kalmıyor. Yemeği yiyip direk yatıyoruz diyor yani. Yemeği yiyip çayı içiyorum direk yatıyorum, ertesi gün anca o zaman zinde gelebiliyorum işe. Benim için böyle bir şey söz konusu değil. Ben mesela işten çıktıktan sonra sendikal çalışmada örgütlenme çalışması da yapıyorum. Eve gitmem 22.00-23.00’ü buluyor. O arada bir şeyler yediysem yiyorum. Geç uyuyorum sabah yorgun başlıyorum işe. Mecburen de o işi çıkarmam lazım. Ee,bir sürü sıkıntıyla karşı karşıya kalıyorum. İnsan sağlığını tersten çok kötü etkileyen bir durum söz konusu.

Meslek hastalıklarını konuşalım biraz da. Meslek hastalıkları da ayrı mesele. Türkiye meslek hastalıklarında birinci sırada. Çünkü bunun kaydı tutulmuyor. Türkiye’de meslek hastalığı yok. Hiç bir insan meslek hastalığı yaşamıyor. Diyorum ya böyle bir kayıt tutulmuyor. Yanlış bilmiyorsam meslek hastalıkları üzerine iki hastane vardı Türkiye' de, İstanbul'da. İkisi de normal hastaneye dönmüş durumda şu anda. Ve o ikisi de kapandı. Şu an bir poliklinik var diye biliyorum. O da ne kadar sağlıklı meslek hastalıklarını inceleme ve tespit etmede. Fıtık dediğiniz olay bir meslek hastalığıdır. Büro çalışanı için fıtık meslek hastalığıdır. İnşaat çalışanı için meslek hastalığıdır. Tekstil ve metal işi için de aynı şey geçerlidir. Kendiliğinden gelişen bir hastalık değil bu. Yaptığınız işin bir getirisidir. Buna benzer birçok örneği verebilirim.

İnşaat iş kolunda en çok göze çarpan meslek hastalığı bel fıtığı, özellikle dizlerinin üzerinde çalışan arkadaşlar -fayansçılar, mermerciler- için menisküs diz rahatsızlığı oluyor. Eklem rahatsızlıkları oluyor ve slikozis hastalığı oluyor. Oradaki tozdan kaynaklı. slikozis hastalıkları çok yoğunlukta. Soğuklardan kaynaklı romatizma hastalıkları çok fazla kendini gösteriyor. Kışın şantiyeler inanılmaz derecede zorlu. İnşaatta o kadar yıldır çalışırım, hala inşaatın kışı çok çetin geçer. Hala zorlanırız yani. Kat kat giyinmeler, içlikler, soba yakmalar ateş yakmalar ki artık onlar yasaklandı. Ateş yakmak yasak, belirli bölgeler dışında sigara içmek yasak bazı şantiyelerde. Bu tarz yasaklar getiriyorlar, sanki çok uyulacakmış gibi. Yapması gerekenleri yapmıyor, işçiye zül gelecek yasaklar getiriyorlar sürekli. İş cinayetleri de üretim baskısından kaynaklanan, sağlıksız barınma-beslenme koşulları, iş ortamından kaynaklı, işçiye dayatılan o üretim baskısından kaynaklı iş cinayetleri kendisini had safhada göstermektedir.

 

İnşaat iş kolunda taşeronlaşma en çok yaygın olan, geçmişten beri dikkatimi çeken daha çok inşaatlarda taşeronluktur. Bu biraz da ekip halinde çalışmanın getirdiği bir şey . Çünkü insanlar nasıl ekip oluşturuyor? Birbirini tanıyarak. Akrabalık, arkadaşlık sistemi. Biraz buradan da etkileniyor galiba. 

Taşeron sistemi patronun kendini koruma altına aldığı bir sistemdir. Dediğim gibi böyle bir yerdesiniz. Aslında sizin altınızda bir sürü işçi çalışıyor ama hiçbirisi size bağlı değil. O işçilerin başına bir şey geldiği zaman sizi bağlayan bir şey yok. Ücretler konusunda alt işveren üst işveren gereği bir sorumluluk. Bu tamamen patronu koruma sistemi. Bize yansıyan en büyük sıkıntısı örgütlenmektir. İki açıdan bize yansıması sıkıntılı. Hem ekonomik açıdan işçileri bölen bir sistem hem de kültürel açıdan işçileri bölen bir sistem. Aynı iş kolunda yine boya badana, alçıpan boya diye tabir ettiğimiz ekip üzerinden gidelim. Üst taşerona bağlı iki ayrı taşeron var. Onun maaşları farklı, onun maaşları farklı. İşçiler, aralarında bir sürtüşme yaşıyorlar. Patronlarla bir sürtüşme yaşıyorlar. Onun dışında iki ayrı taşeron, biri Güneydoğu Anadolu Bölgesinden gelen bir ekip, ötekisi Karadeniz Bölgesinden gelen bir ekip. Kültürel olarak da işçileri bölüyorlar. Aslında işçilerin ne kültürel, ne ekonomik anlamda birbirleriyle bir sıkıntıları yok. İşçilerin arasında kardeşlik bakış açısı tamamen hakim. Ama taşeron sistem onları bu açıdan bölüyor. Onlar Lazlar-Karadenizliler örnek veriyorum. Ötekiler Güneydoğu Anadolulu Kürtler. Aralarında suni bir çatışma ortamı yaratılıyor. Bu arkadaşlar bir taşeronla birlikte çalışsalar, müthiş bir kardeşleşme olacak. Aralarında müthiş bir kaynaşma olacak. Hiçbir sıkıntı yaşanmayacak. Ama farklı. Örnek veriyorum kalıpçıyla-demirci. Kalıpçılar genelde Karadenizli ekiplerden oluşuyor.

(Gülüşmeler arasında muhabir soruyor: Böyle ayrımlar var mı gerçekten?)

Var tabi. Alçıpancılar, boyacılar genelde Vanlılardır. Yani demirciyle kalıpçı arasında sürekli bir gerginlik vardır. Kalıplar çekilir, demirini döşer falan. Aralarında zaten bir iş yarışı var de farklı etnik yapılardan olunca..Ee Türkiye’nin gündemi belli, işçiler arası bölünmelerin sebepleri belli. Bu taşeron sistemiyle beraber patronların işine geliyor. Biz de örgütleyemiyoruz. Şimdi bir şantiyeye girince, 3. havalimanından örnek verelim yine. Bir şantiyeye girdiniz ki, yanına bile yaklaştırmıyorlar. Yaklaşanın başına neler geldiğini gördük. Farzı misal, biz girdik bir taşeron firmanın, herhangi bir işçisi üzerinden girdik. Diğer taşeronlara nasıl ulaşacağız. Birbirleri arasında bir bağ yok. Bunların hepsi tek çatı altında çalışıyor olsa, bir işçi üzerinden bile girseniz oraya anında onlarca binlerce işçiye ulaşabilirsiniz. Çünkü hepsi birbirini tanıyor.

Şu örneği ben her zaman veririm. Fabrikada siz örgütlenme yapabilirsiniz çünkü fabrikada bir işçi on sene, on beş sene orda da çalışır; emekli de olur. Kültürel farklılıklar hiç önemli değildir; zaman içinde bir kardeşleşme söz konusudur. Çünkü uzun süredir bir aradalar, aynı sıkıntıları yaşıyorlar, aynı firmaya bağlılar. Aynı sorunla muzdaripler. Ve zamanla bu yaşadıkları aynı sıkıntılar üzerinden bir örgütlenme ihtiyacı, sendikal örgütlülük ihtiyacı hissediyorlar ve ortak kararla A sendikasından B sendikasından herhangi birine gidiyorlar. Ama inşaatta böyle bir şey söz konusu değildir. Hangi taşerondan başlayacaksınız, hangi taşeronu örgütleyeceksiniz, ondan diğerine nasıl sıçrama yapacaksınız, bunları nasıl örgütleyeceksiniz, orada nasıl çalışma yapacaksınız, bir sürü soru işareti arkasından geliyor.

İşçiler bir de en uzun süren havalimanını saymazsak, iki senede üç senede AVM dikiliyor. Siz bir yerde örgütlenme yaptınız, o şantiye kapandı; bitti örgütlülüğünüz, dağıldı. Bunun tek avantajı işçiye sağlam bir bilinç verdiyseniz, gittiği yere bu bilinci taşır. Yüz işçiye ulaştıysanız, o 100 işçi Türkiye’nin 100 noktasına gider, orada sendikal örgütlenme çalışmasını yapar. Ama o yüz işçiye sendikal mücadele bilincini verememişseniz, o zaman yaptığınız çalışma bir sene sonra sıfır. Bitmiş oluyor. Şantiye bitince arkadaşlar genelde geçici iş kollarında işe giriyor. İş kolu değiştiği için üyelikten de düşmeler gerçekleşiyor. Tamamen bir kayıp olarak kalıyor. Telefon ilişkisi üzerinden devam ediyor.

 


Diğer sektörler de var mesela hastanelerde örneğin, Dev Sağlık-İş’teydi arkadaşlar. Ama hizmet işi yaptıklarından o sendikadan çıkarıldılar. Siz Sağlık iş kolunda değilsiniz, hizmet iş kolundasınız dendi ve bitti mesela. Dev Sağlık-İş’in yine DİSK’le çalışması vardı, böyle bir şey yaşadı mesela. Sizde nasıl ayrılıyor?

Bizde iki yönlü ayrılıyor. Birincisi inşaat bittikten sonra eğer vasıflı bir işçi değilse ve biz bu arkadaşı üye yapmışsak, işten çıktıktan sonra boşta kalmamak için başka bir iş kolunda işe başlayabiliyor. Sürekli devam eden bir iş olmadığı için inşaat. Şantiye bitince hemen bir şantiye bulamamışsa, geçici olarak markette çalışıyor, temizlikçilik yapıyor, çaycılık yapıyor falan. İş kolundan düşüyor direk. Ya da sizin bahsettiğiniz gibi şöyle oluyor. Adam hafriyat şirketinde çalışıyor, bir inşaat firmasına bağlı, ama aynı zamanda nakliye işi yaptığı için şimdi nakliyeye mi giriyor, bu inşaat işi yaptığı için inşaata mı giriyor. Patronlarda iş kolu tespiti denilen sıkıntılı bir durum var. Mesela siz örgütlüyorsanız, diyor ki, aslında işin getir götür, benimki nakliyeye giriyor diyor. Nakliyatı örgütlüyoruz, diyor ki ben inşaat işi yapıyorum diyor, iş kolu tespiti istiyor. Bu tarz sıkıntılar yaşıyoruz.

Bir şirket başlıyor, örnek veriyorum inşaat, turizm, gıda, otomotiv, elektronik ltd. şti diyor. Hangisinden girerseniz, adam diyor ki ben ötekindenim. Şimdi böyle bir karışık durum var. İnşaat birçok şeyle bağlantılı bir sektör. Elektrik de var, yolu da var, dekorasyonu da var, boya badanası da var. Alanı çok geniş. Ha diğer yönüyle kendi iş kollarına bağlı. Bu bizim için de ayrı bir sıkıntı.

 

İnşaat iş kolundaki örgütlenme sorunlarına nasıl yaklaşmak gerekiyor,ya da örgütlenme sorununu nasıl çözmek gerekiyor? Sorunların çözümü için nasıl bir yönelim gerekiyor? Biraz parçalı da bir çalışma sistemi. Çok fazla vakit de ayırmak mümkün değil, bir arada kalmak da mümkün değil. Dev Yapı İş buna nasıl bakıyor, nasıl bir şey düşünüyor; bu konuda izlediği bir yöntem, hedeflediği bir şey, belirlediği bir yöntem var mı?

Biz biraz yerelden genele bir çalışma ön görüyoruz. Gücümüz de biraz kısıtlı. Sahada çalışma yapan arkadaşların da hepsinin işçi olmasından kaynaklı, kendi bulundukları şantiyelerden genele yayılan bir çalışma öngörüyoruz. Şantiyelerin içinden direk. Bunun örneğini İsmet Demir’de görüyoruz. Şantiyelere girmediğiniz sürece, işçilerle bir dostluk bir yakınlaşma sağlamadığınız sürece, onları hiçbir örgütlülüğe, ne sendika ne de oradaki sıkıntılar üzerinden başka tür örgütlenmeye, çekemiyorsunuz. Herhangi bir dernek vs. hiçbirisi böyle yapamıyor. Ancak şantiyelerdeki arkadaşlarla, fiili meşru örgütlenme tarzı mücadele yöntemleri üzerinden anlatıp onlara var olan sıkıntılarını hatırlatıp bunların çıkış yolunun örgütlü mücadeleden geçtiği üzerine, sendikanın bir araç olduğunu anlatarak arkadaşları ikna etmeye çalışıyoruz. Yöntemimiz biraz bu şekilde.

Dediğim gibi bunun geçmiş örnekleri, İsmet Demir’de var. İsmet Demir bulunduğu dönemde, sürekli şantiyelerde yatıp kalkan, işçi koğuşlarında yatıp kalkan, işçilerle iç içe bir diyalog kuran, oralarda örgütlenme çıkaran, eylem örgütleyen inşaat işçisiydi. Çalışmanızı ve yaşamınızı oranın üzerinden örmeniz gerekiyor. Dışarıdan bir soruna müdahale edemiyorsunuz, çok eklektik kalıyor. Bir problem yaşandığı zaman biz sendika olarak buna müdahale etmeye çalışıyoruz, ama orada bir üyemiz yoksa çok eklektik kalıyoruz. Geçici bir ilişkimiz oluyor, o da kalıcılaşmaya zaman içinde dönüşüyor ya da dönüşmüyor. Bu yüzden şantiyelerin içerisinden örgütlenme yapıyoruz. Komite konsey örgütleme şeklinde değil de o şantiyeye giriyorsun. Bir çalışma yapıyorsunuz. Sayınız belli bir miktara çıktı. 50’ye çıktı 100'e çıktı. Bunların arasından öne çıkan ustabaşı ya da doğal öncü dediğimiz arkadaşlar üzerinden sistemi kuruyoruz. Bu arkadaşlarda şantiyede yaşanan sorunlar nelerdir, ne yapmak lazım, bir arkadaşımızı daha nasıl katarız etkinlik olur, başka çalışmalar olur. Nasıl katabiliriz bunlar üzerinden gidiyor, daha çok fiili bir gidişat var.

Bugün oturup örgütlenme veya sendikal çalışma konuştuğunuz arkadaşı yarın şantiyede bulamayabiliyorsunuz. Muazzam derecede geniş bir iş kolundan bahsediyoruz. Bugün oturuyorsunuz, dediğim gibi beş tane işçiyle konuşuyorsunuz. Yarın o beş işçiden üçünü bir anda işten çıkmış bulabiliyorsunuz. İşverenle bir problem yaşıyor, iş bitiyor. Memleketinde bir sorun oluyor memleketine gidiyor vb.. Fabrika gibi değil, daha çok da gurbetçi işçilerden oluştuğu için, her an her şey olabiliyor. Bir bakıyorsunuz şantiyede hiçbir sıkıntı yok. İşçiler çalışıyor, gidiyor geliyor. Bir bakıyorsun aynı şantiyede işçiler iş bırakma eylemi yapmışlar. Bu çoğunlukla ya ücretlerin ödenmemesinden ya da yemeklerden oluyor. Bir anda ortaya çıkmasının sebebi, bardağı taşıran son damla oluyor.

Mesela gidiyorsunuz sabah, öğle, akşam yemek yiyorsunuz şantiyede, özellikle orda kalan arkadaşlar. Evinden gelenler sadece öğle yemeğini yiyorlar orada. Ama sabah kahvaltısını orda yapan, öğle yemeğini orda yapan, akşam yemeğini orda yiyen işçiler, bir zaman sonra çıkan yemeklere artık isyan ediyorlar. Ve yemeğe çıkmama kararı alıyorlar o anda. Yani çıkıyor yemeğe bakıyor, örnek veriyorum yine mi patates diyor ya da yine mi şu yemek, yenecek yemekler değil veyahut. Kurt çıkıyor ya da herhangi bir şey çıkabiliyor yemekte. Birçok şey olabiliyor. Ya da zehirleniyorlar. Yeter artık diyorlar ve o anki refleksleriyle, öfkeleriyle yemeğe çıkmama kararı alıyorlar. Ya da işte ücretleri düzenli ödeniyor hiçbir sıkıntı yok, çalışıyorlar. Belirli bir dönem aksama oluyor. Artık bir noktaya gelindiği zaman ekonomik olarak zorlandıkları için son raddeye geliyorlar ve diyorlar ki yarın maaşı almazsak, para hesabımıza yatmazsa işe başlamayacağız diyorlar; o anlık bir tepki. Bir bakıyorsun bütün işçiler ertesi gün işe çıkmamayı konuşuyor. Oturup bir anda onu örgütlemeniz gerekiyor. Mücadele etmeniz gerekiyor. O anda orda olursanız ve işçiler sizi tanıyorlarsa bu sizin için bir avantaj. Büyük ihtimal çözülüyor veya o örgütlülükte belirleyici bir rolünüz olabiliyor sendika olarak. Ama o şantiyede hiç üyeniz veya çalışmanız yoksa - çünkü çok fazla şantiye var- işçiler tanıyorlar sendikaları üç tane sendika var zaten mücadeleci. Bu sendikalarla bir şekilde irtibatları var ama içerde çalışma yapmamışsınız daha önce, bir sıkıntı patlak verince gidiyorsunuz. Ya o adam alo diyor ya da siz o zaman gittiğinizde biraz dışında kalıyorsunuz olayın. Çok fazla içinde kalamıyorsunuz maalesef.

 

Sermaye cephesi, "bunlar niye geldi?" diye yansıtıyor.

Bir de öyle bir sıkıntı var tabi. Üyeniz olmadığı için çok fazla resmi kanaldan müdahale de edemiyorsunuz. Arkadaşlar ancak şunları yapabiliriz, bunları yapabiliriz, şu tarz fiili meşru mücadele yöntemlerini deneyebiliriz gibi konuşabiliyorsunuz. Yani bu tarz yerlere sonradan gittiğinizde, bu biraz eklektik kalıyor. Örgütsüzlüğün en büyük sıkıntısını aslında bizler çekiyoruz. Arkadaşlar duygusal olarak bazı tepkiler veriyorlar ama işte kendini yakan, binaların üzerine çıkan arkadaşlar var; kule vinçlerin üstüne çıkan arkadaşlar var. Bu bizim şantiyelerdeki örgütlülüğü arttırmamız gerektiğini gösteriyor; çünkü sıkıntı çok fazla var. Biz her yere yetişemiyoruz. Gücümüz biraz kısıtlı. Bundan kaynaklı, bu tarz sıkıntıları yaşıyoruz.

Biz o arkadaşlarla sürekli irtibat halindeyiz, sürekli görüşüyoruz, ama o anlık öfkeyle, refleks olarak bizi aramak yerine çıkıp kendini feda etmeyi daha etkili görüyor. Daha çabuk sonuç alındığını düşünüyor. Çünkü toplum vicdanına yansıyan bir eylem yaptığı için, daha çabuk sonuç alınıyor. Şirket hemen o işi çözme diyaloguna giriyor. Küçük küçük gruplar, kişiler halinde yapıldığı için sorunları kısa zamanda çözülüyor. Bundan kaynaklı, arkadaşlarda bu yola sıkça başvuruyorlar.

Daha sonrasında gittiğimiz görüştüğümüz zaman arkadaşlara söylüyoruz. Bu tarz yöntemlere başvurmayın. Sendikal örgütlülük ile de bu işler çözülebilir. Birlikte hareket ederek de bu sorunları çözebiliriz. Bazen, bazı arkadaşlar bu tarz refleksler verebiliyorlar; çok doğal karşılıyoruz. Çünkü her insanın bir dayanma, kırılma derecesi vardır. Bu tarz şeylerle karşılaşabiliyoruz. Bu da bize şunu gösteriyor. Daha fazla örgütlenmeli, daha fazla çalışma yapmalıyız. Şantiyelerde daha yoğun aktivitelerde bulunmalıyız. Yaşananlar bunları yüzümüze vuruyor açıkçası.

 

Genel örgütlülük açısından nasıl bir değerlendirmede bulunabiliriz. Sürekli örgütlülük üzerinde baskı var; ama yaşadığımız da bir kriz var. İşçileri sürekli ekonomik çöküntü içine iten bir sistem var. Bugün örneğin kriz var. Diyoruz ki tamam bugünler geçecek; çalışıp borçları azaltmaya çalışıyoruz. Ardından savaş krizi ya da başka baskı ve krizler geliyor; ama çözüm üretmede de zorlanıyoruz. Bunu nasıl aşacağız. Örgütlülüğü geliştirerek mi, iletişim kurarak mı ?Çıkışı nedir sizce bunun?

Bunun çıkışı şu: İşçi arkadaşlara sendikal örgütlenme bilinci aşılamadan bu sorunu aşamayız. Çünkü işçiler şunun farkındalar. Şu an bir kriz aşamasındayız ve kendini iyiden iyiye hissettiren bir durum söz konusu. Birçok şantiye durmuş durumda. İşçiler bunun farkında. Bu neyi getiriyor. Bir kere sendikalara daha uzak duruyorlar; aslında bu sıkıntılardan kaynaklı daha yakın olmaları gerekiyor, ama sıkıntı olursa iş bulamama kaygısından kaynaklı daha uzak duruyorlar.

 

Sendikalı olursam daha çabuk işten atılırım kaygısı mı öne çıkıyor?

İşten atılırım kaygısı var, herhangi bir şeye karışırsam işsiz kalırım kaygısı var. Bundan kaynaklı incelediğimiz zaman 2008 krizinde sendikal örgütlenme sayısı düşüyor. Krizin çıkışında girmeden öncekinden daha yüksek rakamlara varıyor. Kriz dönemlerinde düşüyor biraz. Baskıyla da alakalı bir durum bu. Ekonomik kaygılardan kaynaklı. İşçilerin talepleri tamamen ekonomik. Siz işçilere örgütlü bilinci tam olarak aşılamadığınız sürece bu ekonomik kaygıları devam edecek. İşçiler de sendikaya karşı daha mesafeli olacaklar. Biz bunu nasıl aşacağız? Biz bunu birebir ilişkiler kurarak ve birebir ilişki kurduğumuz arkadaşlara da sendikal örgütlü bilinci vererek aşabiliriz.Bunun herhangi bir sıkıntısının olmadığı aksine kazanımlarının çok fazla olduğunu anlatabilirsek ve gösterebilirsek fiiliyatında ancak o zaman işçileri gerçek anlamda mücadeleye çekebiliriz. Çünkü işçiler böyle bir bilinç aldıkları zaman bir daha geri dönüşü olmuyor bunun. Bu mücadele tarzını benimsedikleri zaman bir daha geri dönüşü olmuyor.

Mesela İsmet Demir,çok güzel tarif ediyor. Ben de kendimi biraz öyle nitelendiriyorum. İsmet Demir diyor ki, ben 30 yaşına kadar uyuyordum, 30 yaşından sonra uyandım. 30 yaşından sonra aktif mücadeleye katılıyor. Bu gerçekten bir uyku halidir. Bilmeme halidir. Bilmeyen bir işçiye siz bunu niye böyle yapamıyorsunuz ya da yapmıyorsunuz diye kızamazsınız. Bilenlerin sorumluluğundadır bu. İşçi çünkü bir kere öğrendiği zaman, sendikal bilinci örgütlenme bilincini bir daha geri dönüşü yoktur o işçi için. Burada daha çok görev bizlerde. Biz hiçbir işçi arkadaşımıza sitem edemeyiz. Neden bunu böyle yaptılar, neden şunu şöyle yaptılar diye..Çünkü sen hiçbir çalışma yapmamışsın,arkadaşa dokunmamışsın, ona anlatmamışsın bir emek sarf etmemişsin, onun çok üstün sendikal örgütlülük bilinci veya pratiği ortaya koymasını bekliyorsun. Böyle bir şey yok. Dokunacaksın işçiye, işçiyi örgütleyeceksin, anlatacaksın, gideceksin, yaşamına dokunacaksın. Ona örgütlü bilincin kazanımlarını, pratiklerini göstereceksin. Onunla zaman harcayacaksın, yaşamına gireceksin. O senin örgütlü yaşamına girecek. Ancak ondan sonra işçilerin yaşamındaki bu örgütsüzlük sıkıntısını aşabiliriz.

 

Örgütlenme bilinci ya da sınıf bilinci verirken gidişat çok ekonomik temeller üzerinden gidiyor. Yok demiyorum sendikal mücadelede de bu bilinci edinenler var. Çok güzel örnekleri de var. Onlardan öğrendiğim şeyler de oluyor. Pratikten yaşıyorlar onlar çünkü. Bir taraftan kendini teorik geliştirirken, bir taraftan da pratiği yaşadığı için çok ileri bir bakış açısıyla davranabiliyorlar ya da konuşabiliyoruz. Biraz ekonomik temelde gidiyor sanki bunu nasıl aşmak lazım? Temeli neye dayanmalı ki hep ekonomi üzerinden giden ama altı biraz boş kalan örgütlenme biçimini yenelim işin içinden çıkabilelim? Biraz kurtuluşumuz buna bağlı değil mi?

Elbette siyasal mücadelede... ki bu önemli. Sendika dediğiniz zaman işçiler aklımıza geliyor;işçilerin de talepleri ekonomik talepler üzerinden doğuyor. Burada şöyle bir durum yaşanıyor: mesela arkadaşlar sendikal mücadelenin içine girdikleri zaman patron kim, neye hizmet ediyor. Devlet kimin yanında duruyor;ne için çalışıyor nasıl çalışıyor bunu da kendi pratiklerinde aslında biraz görüyorlar. Biliyorlar ama daha çıplak şekilde karşı karşıya kalıyorlar. Bu ise pratikte işçilere bir siyasal bilinç katıyor.

Bunu daha ileri taşımak isteyen arkadaşlar oluyor. Bazı arkadaşlar istemiyorlar, bazı arkadaşlar istiyorlar. Kimi okuyor araştırma gereği hissediyor, sistem sorunu olarak nasıl ele alması gerektiği üzerine kitaplar okumaya başlıyorlar. Bunu aslında arkadaşlar pratikte aşıyorlar. Yeter ki mücadelenin bir yerinden bir şeye başlasınlar. Arkası kendiliğinden biraz çorap söküğü gibi geliyor aslında. İşte dediğim gibi, İsmet Demir'in de dediği gibi bir kez uyandığı zaman işçinin artık geri dönüşü yoktur. Düşmanını bir kere iyice tanıdığı zaman, neler yapabileceğini nelere sahip olduğunu bildikten sonra ondan sonrası kendiliğinden gelir.

 

Dev Yapı İş olarak parçalı bir örgütlenme biçimi ve çok geniş de bir saha var. Her yerde küçük küçük örgütlenmeler. Bunun zaman içerisinde bir kazanıma dönüşme umudu ve hedefi var mı?

Umudu da var, pratik örnekleri de var. Geçmişten bu yana bir sendikal mücadele var inşaat iş kolunda. Birçok arkadaşımız, başka sendikadaki arkadaşlarımız da bunun örneğini ortaya koyuyorlar. Pratikte örneğini ortaya koyuyorlar. İnşaat iş sendikasındaki arkadaşlar buna örnektir. Ya da inşaat ve yapı işçileri sendikasından arkadaşlar fiili ve meşru mücadele yöntemlerini ortaya koyuyorlar. Bunun kazanımları bu şekilde oluyor, var yani.

Biz her yere gidemesek de, işçiler bizi tanıyorlar. Herhangi bir şantiyede yaşanan bir sıkıntı olduğu zaman,oraya başka şantiyeden işçiler geliyorlar. O şantiyede çalışan bir işçi de mutlaka başka yerde bir eyleme katılmış oluyor. Biz gidiyoruz, bize diyorlar ki ben şu şantiyedeki şu eyleme katılmıştım, sizi oradan tanıyorum. Ben şu şantiyedeki şu eylemi görmüştüm diyor. Yani pratiğini görmüş, yaşamış, deneyimlemiş arkadaşlarımız var. Arkadaşlar zaman içerisinde iş kolu değiştirmiş ya da uzun zaman sigortasız çalışmışlar, bundan kaynaklı sendika üyesi değiller ama tanıyorlar bizi. Yani sendikacıları tanıyorlar, uyguladığımız yöntemleri biliyorlar ve bazen biz gitmeden arkadaşlarımız bu yöntemleri uygulayabiliyorlar.

Örnek veriyorum, Beykent şantiyesinde Hadımköy’de küçük çaplı bir eylem oldu. Biz oraya gittik, arkadaşlarla konuştuğumuzda farklı farklı eylemlerden iki üç tane arkadaş içlerindeydi o kişilerin. Örgütleyici zaten onlar oluyorlar. Çünkü daha öncesinde yaşadıkları bir deneyim var. Birebir sendikayı aramak yerine direk arkadaşlarını da ikna edip o tarz bir eylem pratiğine de dökebiliyorlar.

İşçiler kule vinçlerine çıkmak yerine, kendilerini yakmak yerine sendikalarda örgütlü mücadeleye katılsınlar. Bunun bir sistem sorunu olduğunu, birlikte mücadele etmeden aşılamayacağını kavramaları lazım. Tabi burada bize de çok fazla görev düşüyor. Biz de çalışmalarımızı her geçen gün arttırarak yoğunlaştırıyoruz. Kendilerini bu noktada eksik hissetmesinler, yalnız hissetmesinler; mücadeleci sendikalar var. Saydığım sendikaların herhangi bir tanesinde Dev Yapı-İş olur, İnşaat İşçileri Sendikası olur, İnşaat ve Yapı İşçileri Sendikaları olur, bir tanesinde örgütlensinler.Bu sorunları birlikte, omuz omuza,yan yana örgütlenerek aşacağız.

 

Teşekkür ederiz. Örgütlenme faaliyetinizde başarılar dileriz.

Teşekkür ederiz çok sağolun.