19 Mart'ta İBB başkanı Ekrem İmamoğlu'nun gözaltına alınması ile birlikte başlayan halk ayaklanmasının etkileri sürüyor. Bu sürece dair çokça yazıldığı için, konunun yalnızca ufak bir kısmı üzerinde durulacak.
Daha başlamadan hemen belirtilmesi gereken en önemli noktalardan biri şu ki, 19 Mart ve onu takip eden bir hafta boyunca kitle hareketinin CHP bariyerine takılması (bu doğal bir durumdu, zira milyonları sokaklara döken genel bahane, CHP'li bir belediye başkanının gözaltına alınmasıydı) ve bunun bir çeşit “aşil topuğu” haline gelişi ile etkisini iyiden iyiye kaybetti ve kaybetmeye de devam ediyor.
Aslında CHP'nin kitle hareketi üzerindeki etkisini kaybetmesi, daha ilk günlerde kitlenin “Taksim'e gitme” çağrısına direnmesi ile başlamıştı. Saraçhaneye toplananların ezici çoğunluğun kendisini “ben buraya İmamoğlu için gelmedim” diyerek ifade ettiği koşullarda CHP, Taksim çağrısına ancak direnebilirdi. Hatırlanacaktır, ayaklanma başladıktan birkaç gün sonra yaptığı bir açıklamada Özgür Özel, “Düzen bozulsun istemiyoruz. Pazartesi her şeyin normale dönmesini istiyoruz” diyordu. O, bu cümleyi güya Ekrem İmamoğlu'nun tutuklanmaması için irade koyma biçiminde söylese de, özünde “düzeni bozmak istemediği” yönünde irade beyanında bulunuyordu. Nitekim birincisini söyledikten sonra, ikincisinin ciddiye alınır bir tarafı yoktu, dinci faşist parti de ciddiye almadı.
Ama yalnızca bu kadar da değil. Otobüsün üzerine her çıktığında, -kitlelerin çözülmesi gereken acil sorunları açısından bakıldığında- havadan sudan konuşan bir Özgür Özel vardı ve onun bu tutumu, hala devam ediyor. Ne işçi ve emekçilerin içinde bulundukları sefalet durumu, ne gençlerin koyu bir geleceksizlik hali, ne kadınların özgürlük talepleri o konuşmaların konusu oldu. Hala her miting öncesinde insanlara “sürpriz var”, “mesele var”, “başkan çok önemli şeyler söyleyecek” vb şeyler söylenerek miting çağrısı yapılıyor. Ama her miting, bir öncekinin rutini olduğu için, kitle nezdinde bu tarz lafların da neredeyse hiçbir karşılığı kalmadı. Bir tek son dönemlerde “eskiden şu kadar paraya şunu alırdık, şimdi ise bu kadar paraya şunu alıyoruz” tarzında ilkokul çocuğunu bile bezdirecek abaküs hesapları yapılıyor, o da zevahiri kurtarmak için.
Bakıldığında, CHP'ye dair göze çarpan başka bir önemli olgu daha var: onca kitle katılımına rağmen CHP ve Özgür Özel, düzenledikleri mitinglerde bugüne dek, asgari de olsa bir eylem programı, bir hedef koyamadı kitlelerin önüne. Bugünden sonra koyabileceğine dair umutlu olmak için ise hiçbir sebep yok. Ama aksi için çok sebep var, çünkü bu denli galeyana gelmiş bir halk kitlesini, asgari bir eylemin, hedefin sınırları içinde tutamayacağından korkuyor. Eh, bu korkusunda haksız da sayılmaz sonuçta. Daha ilk gün, gözaltılara ilişkin kapalı bir salonda açıklama yapmaya hazırlanan CHP, halkın zoruyla Saraçhane’de günlerce açıklama yapmak durumunda kaldı. Devletin ne gözaltı, ne tutuklama tedbirleri, hareketin gelişimini engelleyebildi. Aksine serbest bırakılan gençler, ilk fırsatta yine eylem alanına koşuyordu.
Hal böyle olunca CHP'nin kitle korkusu, kitleleri mitingden mitinge harekete geçirilen bir nesne konumuna indirgemesini de beraberinde getiriyor. Ama hareketi ortaya çıkaran nesnel zemin son derece köklü olduğu için, hareketin çıtası her defasında daha yükseğe çıktı. Sonuçta kitleler, CHP'yi ve onun tutmaya çalıştığı sınırla birlikte, CHP'nin kuyruğuna takılan cümle sosyal reformist ve oportünist çevreyi, bilinç olarak geride bıraktı.
Şöyle bir dönüp 19 Mart ve sonrası süreçten bugüne bakılınca görüyoruz ki, CHP burada sıralamakla bitmez envai çeşit saçmalıktan başka hiçbir şeyi “hedef” olarak hareketin önüne koyamadı. Koyamadı, çünkü temsil ettiği tekelci sınıfın çıkarları gereği ve devletin kurucu partisi olarak devlete rağmen ve devlete karşı hareket edemez. Bu yüzden de söz konusu yalnızca hükümet değişikliği olduğunda bile, kitle hareketine olası bir “sınırları aşma” durumuna karşı frenleme rolü üstleniyor. Haliyle de yüzbinlerce insanın toplandığı mitinglerde “hadi oradan”, “yazıklar olsun”, “hodri meydan” vb kuru sıkı laflardan başka edecek lafları kalmıyor.
Ayaklanmacı kitle hareketini “muhalefet” olarak (ve tabii ki kimi çevreler de Özgür Özel’i “toplumsal muhalefetin” lideri olarak) tanımlıyor ve cümle aleme duyuruyor: “Psikolojik üstünlük bizdedir, RTE muhalefete geçmiştir. Artık iktidar, psikolojik olarak CHP’dedir”, “halk devrimi gerçekleşmiştir”, “darbe püskürtülmüştür” ve “derhal sandık getirilmeli erken seçim yapılmalıdır.”
Birincisi, her devrimin sorunu, Lenin’in deyimiyle iktidar sorunudur. Bu iki kere iki dört. Ama elbette ki Özgür Özel “devrim” derken kelimeyi anladığınız anlamıyla tanımlamıyor. İktidar değişiminden kastettiği de, bu denli abc'ye girdiğimiz için okur mazur görsün, yalnızca hükümet değişimidir. Ama bunu bir çeşit “halk devrimi” edasıyla lanse ediyor. Yani CHP'ye kalsa ülkede bir çeşit “psikolojik halk devrimi” gerçekleşmiştir. Bu durumda CHP'nin kerametini kendinden bildiği o “psikolojik” üstünlüğü kullanarak, hükümeti niçin reorganize etmediği, ona tabi olan bürokrat takımı için “yaman bir çelişki” olmalı. Ya da tersten düşünürsek, “psikolojik” üstünlük CHP’deyken ve darbe “püskürtülmüş” iken, RTE'nin hangi “ruhani” güce dayanarak CHP'ye hala operasyon yaptığı, onlar için büyük bir gizem olmalı. İşte bu türden “psikolojik” ıvır zıvırın vardığı / varacağı yer burası ve daha da ötesidir.
İkincisi ayaklanmacı kitle hareketinin “muhalefet” biçiminde adlandırılması, karşısına da doğal olarak “tek adam rejimi”nin konulmasını beraberinde getiriyor. Milyonlarca insan sokaklarda hareket halindeyken muhalefet konumundaki ısrar, kafaların ayaklanmada değil ama parlamentarizmde olduğunu gösterir yalnızca. CHP bu bakış açısını sandık-erken seçim söylemiyle ortaya koyuyor. Daha fazlası, gerici bir burjuva partiden beklenmez ama, muhalefet-parlamentarizm meselesinin CHP açısından anlamı, hareketi nereye kadar götürebileceği ile ilintilidir. Yalnız sandık-erken seçim söylemi, işçi-emekçi kitlelerin, gençliğin, kadınların acil sorunlarına çözüm üretemediği için, hiç etki yaratmıyor bu tarz söylemler. Buna karşılık, kraldan çok kralcı olan sosyal reformist ve oportünist çevreleri heyecanlandırıyor yalnızca. Onların etkisi ise, kuyruğuna takıldıkları CHP'ninkiyle birlikte, gün geçtikçe kırılmaya devam ediyor.
Burjuva muhalefetin başını çeken CHP'nin, yukarıda bahsettiğimiz hiç şaşırtmayan, ama gittikçe kabak tadı veren bu saçmalama hali, kitle hareketi aşması gereken eşiği aşana dek, ki süreç bu doğrultuda ilerlemeye devam ediyor, sürecek. Sınıf savaşında ve politikada vasatın kalıcı olmadığı, o dengenin ya işçi sınıfı ya da burjuvaziden yana bozulduğu, tarihsel tecrübeyle sabit bir olgudur. CHP açısından söylersek de hem tekelci burjuva sınıfın çıkar bekçiliğini yapıp, hem de halkın savunucusu gibi görünmeye çalışması sonsuza dek devam edemez. Mevcut dengeler, işçi sınıfının lehine bozulup, kitle hareketi mevcut eşiği aştığında, CHP'nin yapacağı şey, tüm gerici burjuva özüyle hareketin karşısına geçerek, kendi açısından rasyonel bir zemine oturmak olacaktır. Ancak bu yolla “ne tanrıya mum, ne şeytana kanca” ikileminden kurtulabilir.
Öte yandan, moral üstünlüğün işçi sınıfı ve emekçi halkta olduğu, su götürmez bir gerçektir. Ama kitle hareketi iktidara yönelmek, faşizme karşı üstünlük ruh halini fiilen kazanılmış özgürlüklerle devamlı beslemek (siyasi iktidar ancak devamlı beslenen bir moral ve motivasyonla ele geçirilebilir) yerine, kendisine telkin edildiği gibi “meşru”, “yasal” vb gerekçelerle savunma ve direniş pozisyonunda çakılıp kalırsa, sahip olduğu moral üstünlüğü koruyamaz. Bu tür savunma ve direniş pozisyonlarına çakılıp kalmak, dinci faşist parti ve tekelci sermaye sınıfına şu an en çok ihtiyaç duyduğu şey olan zamanı kazandırır. Gezi Ayaklanmasında düşülen bu hata, eğer hala birileri tarafından “halkın yararına” vb kılıflar altında sunuluyorsa, bu türden şeyleri savunanların halk hareketinin karşısında yer aldığını gösterir ancak.
Eğer bir yerde halk ayaklanmasından bahsediliyorsa, orada sınıf bilinçli proleter ya da emekçi halklar kendilerini hiçbir zaman “meşru”, “yasal” vb şeylerle sınırlamaz. Çünkü burjuva sınıfın da kendi iktidarını korumak için kendisine hiçbir zaman “meşru”, “yasal” vb gerekçelerle sınırlamadığını bilir. Bu durumda moral gücünü ancak postmodern ve postruth olarak nitelenebilecek olan “iktidarın psikolojik devri” gibi ipsiz sapsız amaçlar için heba edip, günün sonunda evine dönmeyecektir. Aksine, o moral gücünü bu iktidarının tam da “fizyolojik” olarak ortadan kaldırılması ve faşizmi ezeceği bir demokratik halk iktidarının kurulması için seferber eder.
3 Mayıs 2025
Ziya Serdar