Sandılar ki çiçekli, böcekli çol-çombalaklı sırıtkan gülüşler, TOGG ve çakma uçak gemili videolar, Kaf dağından kar bağışlayan vaat sağanağı ile, halklar dertlerini unutur, seçim havasına girerler. Öyle mi peki?
Depremzede “bizi unutup seçime daldılar” diyor; işçiler açlık ücretine isyan ediyor; Kürt halkı iktidarıyla, gerici muhalefetiyle, çift yönlü tehdit ve aşağılamalara öfkeli; taneyle soğan alanlar, sabah ayazında kilometrelerce ucuz et kuyruğuna girenler, çıldırtan kiralarla çıldıranlar; kısacası, emekçi sınıfların öfke ve gerginliği azalmak bir yana, seçim yaklaştıkça artıyor. Açlık, sandık tanımıyor. Hayal kırıklığı ve öfkenin, emekçilerin çoğunluğunu saran sarsan bu duyguların devrimci öznenin önündeki engelleri kaldıran, hesaplamayı parlamento dışı alanlara taşıyan bizzat dinci faşist iktidarın kurduğu yönetim mekanizmasıdır.
Oysa 12 Eylül askeri faşist cuntası, tekelci egemenliğe en büyük hizmeti, faşizmi kurumsallaştırarak yapmıştı. Kurumsal faşizmde yürütme erki, hükümet değişimlerinden etkilenmeyen bir sürekliliğe sahipti. MGK (ordu), MİT, yüksek yargı ve polis asıl yürütme erkini oluştururken, hükümet koltuklarını dolduranlara düşen görev; “i”lerin noktasını koymaktan ibaretti. Sürekli tekrar eden ekonomik buhranlar ve emekçi sınıfların mücadelesiyle yıpranan hükümetler, faşizmin kurumsal organlarına kalkan oluyordu. Böylece, en geniş emekçi kesimlerin yaşadığı hayal kırıklığı ve öfke, topyekun bir devrimcileşme sürecine yönelmeden, varolan hükümete yöneliyor; sandıklar yoluyla hükümetleri düşüren emekçilerde oluşan beklentiler, mücadeleyi genel bir hesaplaşmaya yönelten yolun önüne engeller dikiyordu.
Fakat, on yıllar içinde, ardı ardına gelen ekonomik buhranlar ve kesintisiz devrimci mücadelenin beslediği uzun iç savaş, kurumsal faşizmin organlarını tek tek çürüttü, otoriteyi sarstı. Bir kez otorite sarsılınca, bu kurumlar farklı çıkar gruplarının iç çatışma alanına dönüştü. Gezi, Kobane ve kent savaşları uzun iç savaşın zirveleri olurken, emekçi sınıfların on milyonlarla ölçülen bir kesiminde “genel hesaplaşma” bilincinin olgunlaştığına işaret ettiler. Bu ayaklanmalar, 12 Eylül faşizminin kurduğu yapının artık ömrünü tamamladığını kanıtlıyordu. Bu yanıyla 15 Temmuz, enkazın üzerine inşa edilecek yeni yapının kendi damgasını taşıyacağı kavgasıydı. Ancak bu kez, dayandığı kitle tabanını sokakta seferber ederek ayakta kalan tek kurum hükümetti. Bu yüzden tekelci sermaye, kurumsal faşizmin enkazı üzerinde topyekun faşizmi inşa eden “Saray” sistemine yol verdi. Bütün ipler ve yürütme erki tek merkezde toplandı, kurumlar arası iç çatışma riski en aza indirildi, enkazın üzeri şatafat ve debdebeyle örtüldü.
Yürütme erkini seçimlerden etkilenmeyen kurumlarda değil, ama seçim sonuçlarına bağımlı bir organda toplayan yeni yönetim mekanizması, iki önemli sonuç üretti: Birincisi, emekçi sınıfların yaşadığı hayal kırıklığı ve öfke, tek organda birleşen yürütme gücüne yönelince, bu durumdan tekelci sermayenin tüm politik kurumları nasibini almaya başladı; bir başka ifadeyle, genel öfke halinin genel devrimcileşmeye dönüşümünü engelleyen mekanizma ortadan kalktı. Diğer sonuç şu oldu. Artık yıpranan hükümetlerin seçim yoluyla değiştirilmesini denetleyip zorlayan hükümetler üstü otorite yok olunca, bu denetim ve zor aracı, hükümetin elinde toplandı. Dinci faşizm bu yeni sınırsız yetkiyi tepe tepe kullandı, istediği zaman atı alıp Üsküdar’ı geçti, parlamentoyu fiilen bir yana koydu ve gelinen noktada orman kanunuyla yoluna devam etme imkanı buldu. Bu son sonuç, hayal kırıklığından devrimcileşmeye doğru yönelen çok geniş kesimlerde, politik hesaplaşmanın parlamenter yollarla değil ama, bir genel çatışmayla yaşanacağı kanaatini güçlendirdi.
Hayal kırıklığına uğrayan emekçilerin devrimcileştiğini dile getirirken, yepyeni bir durumdan söz etmiyoruz. Kuşku yok ki, emekçi sınıfların önemli bir kesiminde devrimci bilinç ve tutum olmasaydı, ne uzun iç savaş yaşanırdı ne de kesintisiz devrim mücadelesi. Yeni olan, hali hazırda uzun iç savaşın devrimci deneyimlerini taşıyan emekçi kitleler dışında, çok daha geniş bir kesiminin devrimcileşmesidir. Gezi-Kobane döneminde sokaklarda görülenden çok daha büyük bir kalabalıktan söz ediyoruz. Ve bu devrimcileşmenin somut kanıtlarını her yerde görebiliyoruz.
Gerici-faşist muhalefetin ve onlara tekmil veren uzlaşmacı “çantada keklik” solun estirdiği umut ve zafer rüzgarlarına rağmen, emekçilerin aynı heyecanı duymaması, tersine, “seçim değil geçim” üzerine konuşmakta ısrar etmeleri, özellikle dikkat çekicidir. Sosyalist yayınların manşetlerinde tümüyle bir klişe gibi duran “seçim değil geçim” derdi, on milyonların zihninde bambaşka bir biçime canlı, derin bir anlama bürünüyor. Emekçi on milyonlar, yaşadıkları ve içinde boğuldukları derin krizin, seçimde bu hükümetin değişmesiyle çözülemeyecek kadar derin olduğunun farkındalar. Onlar bunu “böylesini daha önce hiç yaşamadık” sözleriyle açıklıyorlar. Ekonomik buhranın görülmemiş ölçüde yaydığı açlık, meselelerin parlamenter yollarla uygun biçimde çözüleceğine dair hiç umut bırakmıyor. En önemlisi, emekçi sınıfların bu gerçeğin farkında oluşudur.
İktidarıyla, muhalefetiyle, burjuva partilerin estirdiği vaatler rüzgarına kendini kaptıranlar azınlıktalar. Çünkü açlık tehdidi, seçim yaklaştıkça uzaklaşmıyor, tersine daha da koyulaşıyor. Ve bu durum, -sadece bu toprakların değil, tüm dünyanın devrimler tarihinin her seferinde kanıtladığı gibi- o tehdidin pençesinde kıvrananların algıların, sezgilerini keskinleştiriyor. Burjuva propagandanın bütün geleneksel palavraları, bütün o kutsal haleler; vatan, bayrak, din, aile, mülkiyet üzerine sergilenen sahtekarlıklar, çıplak ve utanması kalmamış çıkar hesaplarının üstünü örtmeye yetmiyor. Açlık çekenler, bu palavraların ardına saklanan sefahat imparatorluğunu görüp tanımakta zorlanmıyorlar. Emek-sermaye çelişkisini ve çatışmasını örten şallar, bir bir düşüyor.
En geniş emekçi sınıfların bilinç ve tutumlarındaki bu değişim, bin seçim zaferinden daha hayırlıdır. Bu değişime sonsuz bir değer vermek yerine, seçimlere tarihsel roller biçenler, bir başka olguya daha anlam vermekte zorlanıyorlar. Gerici muhalefetin en köklü partileri bile, seçim çalışmaları sırasında devamlı karşılarına çıkartılan iki sorudan fena halde şikayetçiler: “Seçim güvenliğini sağlayabilecek misiniz?” ve “Bunlar seçimle gitmeyi kabul eder mi?” Hangi yeminleri etseler, seçim güvenliğine dair yaygın endişeleri gideremiyorlar; dinci-faşist ittifakın iktidarı uslu uslu devredeceğine dair kesin bir kanı oluşturamıyorlar. Gerici burjuva muhalefet bu soruların cevaplarını bildiği için, iki yüzlü rollerini sektirmeden oynuyorlar. Fakat özellikle uzlaşmacı sol, bu durumdan çok daha fazla şikayetçi, çünkü bu sorular onların hayal dünyalarını da parçalıyor, dengelerini bozuyor, yapmak istedikleri toz pembe hayaller dağılınca, kendilerini kapkara bulutların içinde buluyorlar. Tıpkı burjuvazi gibi, işçi ve emekçiler de bu soruların cevabını pekala biliyorlar, ama her fırsatta aynı soruları ısrarla ortaya atmaları, bu kesin kanılarını uzlaşmacılara kabul ettirme çabalarından ileri geliyor. Bu yüzden, emekçilerin gündeme taşıyıp durdukları bu soruları, devrimcileşmenin tartışmasız kanıtları arasında sayıyoruz.
En geniş emekçi kitlelerdeki devrimcileşme eğilimini, burjuva egemenler de görüyor. Elli beş yıl önce kapısından attıkları TİP’i tekrar parlamentoya sokmak için, bu partinin reklamı yapılıyor, parlatılıyor, sırtı sıvazlanıyor. Yola çıkarken temel misyonunu “küskünleri ve boykotçuları parlamentoya taşımak” biçiminde açıklayan TİP, bir ihtimal bu seçimin yükselen yıldızı olacaktır. Ama devrimcileşen kitleleri düzene bağlayacak nitelikten yoksundur. Altmış yıl önceki “gerçek TİP”i, mücadeleci sendikacılar ve TKP tedrisatından geçmiş aydınlar birlikte kurmuştu. Şimdikiler, eteklerinde toplanan devrimcileşen kitleleri biçimlendirecek donanımdan, kadro birikiminden, örgütsel çalışma alışkanlığı ve disipline sahip insanlardan yoksundur. Bu yüzden, genel devrimcileşmenin bir belirtisi olarak TİP’e yönelecek kitleler için bu parti, ancak geçici bir soluklanma, ilk deneyimlerin sonuçlarını çıkarma sahası olacaktır.
Eğer 14 Mayıs seçimleri tarihe geçecekse, hilenin sınır tanımazlığı ve aymazlığıyla geçecektir. Dinci faşizm bu yolda çok fazla adım attı, eşeği sağlam kazığa bağladı. Tek tek saymak gerekince, yerimiz yetmez. Şunları hatırlamak yeter: Deprem bölgesinde 3 milyon oy buharlaştı, seçmen listelerinde fazladan 1 milyon kişi ortaya çıktı, 240 milyon pusula basıldı, HDP sandık kurullarından çıkarılıp yerine MHP’li denetçiler getirildi. Sadece bu kadarı bile, 14 Mayıs’ta nasıl bir sonuç çıkacağına dair yeterince veri sunuyor.
14 Mayıs için önümüzde iki senaryo duruyor. Birincisi, tüm hazırlıkların işaret ettiği gibi hilenin sınır tanımazlığı daha büyük bir ihtimal barındırıyor; yani dinci faşizmin hile ve zor yoluyla atı alıp Üsküdar’ı bir kez daha geçmesidir. Gerçi muhalefetin eyvallahçı tutumuna ve uzlaşmacı solun kapıldığı pembe hayallere bakılınca, daha küçük bir ihtimal haline gelen ikinci senaryo ise şudur: Emperyalist efendilerin devreye girip, dinci faşist iktidara “sen sıranı savdın” demesidir. Ki bu ikinci ihtimal, ancak emekçi sınıfların devrimci inisiyatifinin bir seferberlik düzeyine yükselmesi durumunda gündeme gelebilir.
Devrimci sınıfın öncüleri, yakın uzak geleceğe dair varsayımlar üzerinden bir politik hat belirlediklerinde, her ihtimale karşı hazırlıklı ve ihtiyatlı olmakla yükümlüdürler. Daha büyük ihtimal olan ilk senaryoya göre emekçi sınıfları uyarmak, ama ikinci ihtimal karşısında da eli kolu bağlı yakalanmamak için, “Hepsi Gitsin, Halk Yönetsin” şiarını, devrimci ajitasyonun merkezine oturtmakta büyük yarar var.
Umut Çakır