Artık kimse şaşırmıyor: Sadece parlamentonun hiçliğine değil, anayasanın, hani şu “sahibine göre kişneyen at”ın bir kalemde yok sayılmasına milyonuncu kez tanıklık ediyoruz. RTE seçim kararını tek başına aldı, imzaladı; anında resmi gazetede yayımlandı, daha saati dolmadan YSK tarafından yürürlüğe kondu.
Belli ki çok aceleleri var. Kararın alınışı, sonradan olacak her şeye ışık tutmaya yetti: RTE dedi ki, “Ben yaptım, oldu!”; gerici burjuva muhalefet cevapladı; Eyvallah! Emekçi halk benzer bir tepki verdi: Eyvah! Anlaşılan tarihin bilinen ironisi tersinden işleyecek: Önce komediyi izliyoruz, trajedi arkadan gelecek.
İşlerin bu noktaya gelişi, uzun iç savaşın bütün sonuçları tarafından hazırlandı; devrimci savaşın yıpratıp bozuma uğrattığı kurumlar, ancak tek merkezde toplanmış bir yürütme erkiyle ayakta kalabiliyor. Bu erki temsil eden RTE’ye, gerektiğinde sınırlar çeken, onay veren ve sırası geldiğinde “çek git” deyip ilga eden bir ordu yok, eskiden vardı. O nedenle, burjuva dünyada, dinci faşist hükümetin onay ve ilgasına dair kapasiteye sahip tek oluşum, emperyalist mali oligarşidir. Ne var ki Londra ve Wall Street finans baronlarının, şu sıralar kafaları fena halde karışık. Tam da bu karışıklık, dinci faşizmi, kendi planlarını hayata geçirme yolunda çılgınca bir hevese kaptırıyor.
Emperyalist efendiler, dünya halklarının gözünde Taliban ve IŞİD’e eşdeğer görülen bir hükümetle yan yana görünmekten kaçınıyorlar. Blinken bile RTE’yle görüşmeyi havalimanında, kameralardan uzakta yaptı; Alman şansölyesi “gelme” dedi. Buna rağmen bir diyalog var, mesajlar karşılıklı gidip geliyor: Çoğu kez kapalı kapılar ardında, bazen de kamuoyuna açık “banka raporları” aracılığıyla.
Geçen sonbahar RTE’nin NewYork’ta boş sokakları gezdikten sonra, PBS kanalına verdiği röportajda ifade ettiği “Sandıktan büyük bir fark çıkarsa iktidarı devrederim, ama fark az olursa kimse kusura bakmasın” planına, Moodys raporuyla cevap verilmişti. RTE’nin Sarayda kalması, parlamentoda çoğunluğun muhalefete bırakılması uygun görülmüştü. Ama köprünün altından çok su aktı, kafalar karıştı.
ABD mali sermayesinin ağır toplarından Wells Fargo, son raporunda “Temel senaryo Erdoğan’ın yeniden seçilmesi üzerine kurulu, %55-60 oranında bu senaryo geçerli” derken, Londra piyasalarının temel taşlarından Standart Chartered, durumu doların alacağı fiyat üzerinden özetliyor: Dolar, RTE kazanırsa 36 lira, Kılıçdaroğlu kazanırsa 20 lira. Bir de, dünya mali oligarşisinin kolektif haber kurumu olan Reuters’ın dile getirdikleri var, çok daha açık mesajlar içeriyor: “Kötü ekonomiye rağmen Erdoğan kazanabilir, ancak deprem durumu değiştirmiş olabilir. 6’lı masa kısa vadede acı getirir, ama Erdoğan’ın alışılmadık politikaları çok daha kötü bir krize yol açar.”
Daha şimdiden “Yürü be Kılıçdaroğlu” tezahüratına kendilerini kaptıranlar kadar, “üzerimize düşeni yaparız” sözleriyle tekmil veren dünün uzlaşmacıları, bugünün sınıf işbirlikçileri, herhalde bu raporları tuhaf bir ürpertiyle okudular. Öyle ya, kamuoyu yoklamaları burjuva gerici muhalefet ittifakını açık ara önde gösterirken, emperyalist mali oligarşinin ağababaları RTE’nin kazanacağı üzerinden temel senaryo kurguluyorlar. Söz konusu trilyonlarca dolarsa, kendilerini kandırmaya hiç girişmeyen bu finans baronları, ne biliyor olabilirler?
Soru, bir başka soruyu daha masaya getiriyor: Seçim tarihi neden Mayıs’a çekildi? Oysa, depremin yarattığı büyük öfkenin dinmesi, enkazların kaldırılması ve yeni konutların inşasına başlanması -ki, tüm seçim propagandasını bu temel atma törenleri oluşturacaktı- için Haziran ayı çok daha avantajlıydı. Fena halde zamana ihtiyaçları varken, tam tersine, enkazlar henüz ortadayken sandık kurma riski göze alındı. Nedeni çok açık: Dinci faşizm, hali hazırda muazzam bir nüfus hareketliliği sürüyorken, sandıklara öncekileri aşan boyutlarda hileler karıştırma olanağına sahip olabilecek. Böyle işlerin nasıl kotarıldığını Ali Babacan iyi bilir. Kılıçdaroğlu’na tekmil verip tezahürat yapanlar, bir zahmet sorun şu gericiye anlatsın size. Gerçi, anlatmıştı, duyan duydu; “Koyarsın YSK’nin bilgi işlem odasına iki kişi, bitti. Bunlar yapıldı!” Babacan’ın bildiğini, elbette Wells Fargo vd baronlar pekala bilir.
Devrimci proleter öncü ne vakit “Seçimle gitmeyecekler” deyip, sandık hilelerini inatla gündeme taşısa, hep aynı itirazla karşılaşıyorlar. İstanbul seçimlerini kazandık ama! Bir kez uzlaşmacılığa sapılırsa, düzey nasıl da düşüyor. Altı yaşında bir çocuğun bile rahatlıkla görebileceği gerçekleri, -okurlar kusura bakmasın- bir kez daha hatırlatalım: Bir: o seçim belediye seçimiydi, yaptırım gücü ve olanakları karşılaştırılamaz bir merkezi hükümet seçimi değildi. İki; dinci faşizm İstanbul’u çok rahat kazanacağını sanmış, hilelerini çok özensiz, kaba biçimde hazırlamıştı; hatırlayın, AKP ilçe yöneticisinin evine 30-40 seçmen yazılıydı. Üç: tek yapabildikleri seçimi iptal etmekti, ama bu kez de belediye meclis çoğunluğunu elde tutmanın rahatlığı vardı.
Peki ya şimdi, İstanbul belediye seçimlerinin tekrarına dinci faşizm izin verir mi? Bu soruya olumlu yanıt verenler, dinci faşizmin varlık koşulları ve hayati çıkarları üzerine hiç kafa yormamış demektir. Dinci faşizmin iktidarı kaybetme korkusu, hep sanıldığı gibi, yirmi yılda işledikleri suçların hesabını verecek olmalarından kaynaklanmıyor. Tekelci sermaye çağında, halef-selef partiler, ne yaptılarsa, yapacaklarsa egemen sınıfın çıkarına yaparlar, bu yüzden “devri sabık” yaratmama konusunda sessiz bir anlaşmaya sahiptirler. Bakmayın siz Kılıçdaroğlu’nun “Burunlarından fitil fitil getireceğim” efelenmelerine. Aynı işleri, belki biraz farklı tarzda yapacaklar, bu işleri “suç” haline getiremezler.
Dinci faşizmin korkusu, bu iktidar etrafında kümelenmiş bir tekelci çıkar grubunun, her şeylerini kaybetme riskinden doğuyor. Bu grup hükümet erkini kaybettiğinde, sadece ballı ihaleleri değil, birikmiş servetlerini de kaybetmeye adaydırlar. Bu kesimin sermaye birikimi, sınai üretimin sağladığı döngüye sahip değildir. Devlet ihalesi yoksa, tüm o makine parkı hurdaya çıkar, dahası, devasa kütleli borç sermayeyle dönen işler bir kez durmaya görsün, borç zinciri domino taşı gibi kafalarına düşer. Dışarıya kaçırdıkları servetler de bu grupları kurtaramaz. Çünkü bütün o muazzam borçların son alacaklısı Wall Street ve Londra’dır. Ve finansın evrensel baronları, dünyanın hangi köşesine kaçarsa kaçsın, borçlularını iç çamaşırına kadar soyup, hapislerde çürütmeye mahirdirler.
Öyleyse, dinci faşizmin iktidardan vazgeçmemek için yaşamsal gerekçeleri olduğu açık. Yaşamsal çıkarlar, yaşamsal hamleleri zorunlu kılar. Ve şu an, seçim oyununu kurallarına uygun oynamak, bu kesimler için sonsuz bir kabustur.
Sonuç olarak: dinci faşizme sınırlarını hatırlatacak tek burjuva güç, emperyalist mali-oligarşidir ve onların da kafası karışık; depremin hazırlandıkları temel senaryoları bozduklarının farkındalar. Bir karara varmakta gecikiyorlar. Dinci faşizm, emperyalist efendilerde hüküm süren bu kafa karışıklığını fırsat görüp, seçimlerde bugüne kadar yapageldiği en kapsamlı hilelere hazırlık için azgın bir heves içinde bulunuyor. Gerici-faşist muhalefet ittifakı ve onlara tekmil veren uzlaşmacı-işbirlikçi sol sıfırı çoktan tüketmiş bir parlamentonun koltuklarına bir an önce oturabilmek için, dinci faşizmin tüm oldu bittilerine eyvallah diyorlar. Halk, işçi sınıfı ve emekçiler ise, biriken korkunç öfkenin ateşinde, canını dişine takıp, şimdilik patlamayı geciktiren sandık parantezinin kapanmasını bekliyor.
Özcesi, şimdi tüm sınıf ve katmanlar, seçime aynı duyguyla hazırlanıyor: Bu duygu şu sözle özetlenebilir: Sonrası tufan!
Umut Çakır