Son haftalarda ardı ardına gelen bir dizi olay, Türkiye ve Kürdistan’da zihniyet evrenindeki büyük politik boşluğun, kendini eylem alanlarında var etmeye, içerik kazandığına dair işaretlerle dolu.
Yüzyıldır egemen konumuyla sermaye sınıfı da aynı kokuyu aldı, politik boşluğun zihinlerden taşarak sokaklarda bir varoluş aradığını, bu arayışın tek tek bireylerin ve de partilerin iradelerinin üstünde, çoğu zaman bu iradelere rağmen gerçekleştiğini, egemen sınıfa özgü deneyimiyle anlamakta gecikmedi. Son zamanlarda, konserleri iptal edilen şaşırtıcı isimler duyduk, alakasız festivallere yasaklar geldi, emek örgütleri kendi binalarının sınırlarına hapsedildi, gerici muhalefete bile adliye çevresinde onlarca barikat kuruldu. Tüm bu baskının anlamını bir “seçim hazırlığı” olarak görenlerin dar kafalılığını göstermek için, dilimizde tüy değil, orman bitti. OHAL dönemlerinde dahi eşine az rastlanan böylesi sıkı bir baskının altında yatan neden, politik boşluğun, açlığın acımasız kırbacıyla kıvranan emekçi kitleleri adeta mıknatıs gibi meydanlara çekmesidir.
Bu yılın en başında, politik ve toplumsal boşluğun sınıflar mücadelesine etkileri ele alınmıştı. En sefil reformistten en devrimci görünen oportünizme kadar, tüm uzlaşmacı sosyalizmin akıldaneliği için tartışılmaz bir adres olan Birgün Gazetesi, daha o zaman, etkisini görmezden gelemediği politik boşluğu şu ifadelerle tarif ediyordu: “Gençlerin, kadınların ve çalışanların, siyasi partilerin performansını ve ufkunu aşan bir noktaya geldiğini söylemek mümkün.” Siyasal ufku, emekçi kitlelerin gerisinde kalmış partiler!!! Ne acı verici, ibretlik bir itiraf?!
Sene boyunca “siyasi partilerin ufkunu aşan” kitleler, hepsi kendi kanallarında olmak üzere, bu arayışlarını eylemler yoluyla sürdürdüler. Tek tek, ama sıklaşan bir tempoda, halkın farklı kesimlerinin, üst üste binen eylemlerine tanıklık ettik. Ancak, açıktır ki, herkesin kendi kanalından bir atağa geçmesi (ya da reformistlerin pek sevdiği ifadeyle ‘herkesin kendi taleplerini haykırması) politik boşluğu doldurmaya yeterli olmadı, dahası, en yakıcı sorunlara bir çözüm getiremedi. Eğer sınıflar savaşının ufku, artık genel bir hesaplaşmaya gelip dayanmışsa, ne denli yaygın olursa olsun, tek tek eylemler, politik boşluğa çare olmaz. Bu nedenle, senenin ilk yarısında kabaran eylemler dalgası, yaz aylarında geri doğru çekildi, ama birleşik bir dalga yaratmak için uygun fırsat kollamak üzere. Bu yönlü bir arayışın ilk işaretleri de hemen aynı dönem ortaya çıktı. Dinci faşizmin kalelerinde bile festivaller, iktidara meydan okunanın fırsatı olarak kullanıldı. İşaretleri zamanında görecek deneyime sahip tekelci sermaye, dinci faşizm eliyle, tüm festivalleri, konserleri yasaklama çabası içine girdi.
Geçen süre içinde, siyasi partiler ve emek örgütleri, politik boşluğu doldurmak için ne yaptı? Hiçbir şey. Tersine, attıkları her adımda boşluk genişledi, kendi performanslarıyla kitlelerin siyasal ufku arasındaki uçurum derinleşti. Sene boyunca, çeşitli ittifaklar ve güç birliklerinde toplaşan uzlaşmacı sosyalistler peşlerine takıldıkları “Altılı masa”dan farklı hiçbir şey yapmadılar, tıpkı onlar gibi, toplanıp toplanıp dağıldılar.
Koca koca sendika konfederasyonları, aynı sefil performansta hiç de aşağı kalmadılar. Onlarca milyon emekçi; “Hayatımızda hiç böyle buhran görmedik” dedikleri zamanlarda, DİSK dahil hiçbir konfederasyon, genel bir eylemi gündemlerine bile almadılar. Her derde deva gördükleri “genel grevin” lafını bile etmediler. Sonunda, sermaye partilerinden uzlaşmacı sola dek, hepsi kurtuluşu ve çözümü sandıklara havale ettiler. Hepsi de farklı sözcüklerle, açlık kırbacıyla kıvranan kitlelere sabır dilediler, kimi dini referansla, kimi “devrimci cumhuriyet” adına.
İşte 9 Eylül gecesi İzmir’de yaşananlar, bu büyük boşlukta doğdu. O gün kürsüde hangi marşlar çalındı, alanda hangi bayraklar sallanıyordu, bunların bir önemi yok. Devasa bir mıknatısın etkisi altındaymışcasına, milyonlarca insan aynı alana aktıysa, bu artık toplumsal bir olaydır. Nedenleri de, sonuçları da, öyle yüzeysel değerlendirilemez. O gece İzmir’de emekçi kitleler, dinci faşizmden yüzlerini çevirdiklerini gösterebilmek amacıyla, alanların gücünü parlamenter ahmaklara hatırlatmak adına, bir araya toplandı. Açlığın tehdidi ve kırbacı altında yaşayan milyonlar için, parti ve emek örgütlerinin bıraktığı boşluk, yaşamsal bütün sorunlara çözümü umudu vadediyor. Her yaşamsal sorun, kendini ancak eylem biçimi içinde dile getirebilir, zihinlere sığmaz.
Demek ki 9 Eylül, en başta gerici muhalefetin kuyruğuna takılmış uzlaşmacıların ve sendika konfederasyonlarının unutulmaya bıraktığı politik boşluğa doğmuştur. Halk, yaşamsal bir sezgiyle, alanlarda en geniş çapta birleşmenin yolunu, ancak festivallerde ve resmi bayramlarda buluyor, onları kim suçlayabilir? Siyasi partilerin ufkunu aşan emekçi milyonlar güçlerini bu alanlarda test ediyorlar; bir araya gelirlerse, dinci faşizmin ördüğü barikatları aşacak bir güce, performansları çukur düzeyinde seyreden siyasi partileri aşan bir gerçek iradeye ve en yaşamsal sorunları hızla çözüme ulaştırmayı vaat eden bir enerjiye şimdiden sahip olduklarını kanıtlıyor. 2007 yılında dinci faşizmden nefret eden emekçiler, büyük bir yanılgıyla “cumhuriyet mitingleri”ne koşmuştu, fakat bu yanılgıdan dersler çıkarmayı bilmiş ve Gezi’yi hazırlamışlardı. Şimdi aynı yolu, bu kez yanılgıyla değil, zorunlulukla katediyorlar. Geçen 15 yılda sorunlar ölüm kalım sınırına vardı. Bu yüzden, büyük toplanmalardan çıkarılan dersler, moral birikim, sonuna kadar gitmeye hazır bir ayaklanmayı olgunlaştırıyor.
Umut Çakır