Türkiye ve Kürdistan’da bir sınıf, proletarya, kendini tam anlamıyla bir varlık-yokluk mücadelesinde buluyor. Benzer acılar yaşayan küçük üreticiler, durumları dile gelmez ölçüde kötü olan işsizler, toplamda nüfusun ezici çoğunluğunu oluşturan bu sınıflar, bilinen ve kendilerine gösterilen mücadele yöntemlerine saplanıp kaldıkça, bu varlık-yokluk savaşını kaybetmeye başladıklarını görüyorlar.
İster egemen olsun ister ezilen ve sömürülen, tarih boyunca hiçbir sınıf kendi yok oluşuna sessizce katlanmadı. Her sınıf bir varlık-yokluk koşulları içindeyse, tek tek bireysel, bölgesel, etnik, dini, ideolojik vs ayrımları bir kenara bırakır; sınıf olarak hareket etme, sınıf olarak kurtuluşu hedefleme yönünde güçlü bir sezgi ve eğilim taşımaya başlar. Çöküp giden hakimiyetlerini korumak adına egemenler, umutsuz bir şiddete başvururken, aynı koşullar altında savaşıma giren geleceğin temsilcisi sınıflar, tarihin yönünü değiştiren devrimlere imza atarlar.
Gizlisi saklısı yok; yaşadığımız topraklarda, her iki ülkenin proletaryasını bu tutuma zorlayan koşullar üzerinde ayrıca tartışmayı gerektirmeyecek açıklıkta. Proletarya ve emekçi sınıflara “bir adım sonrası yok oluş” hissiyatı taşıyan pek çok koşul var. En önemli ikisini vurgulamakla yetinelim. Birincisi, buhranın debelendikçe gömülen bir bataklığa dönüşmüş olmasıdır. Tekelci sermayenin inanılmaz karlar topladığı, ihracatın rekorlar kırdığı ve bu çerçevede işleyen çarkların son hız çalıştığı bir dönemde yani son bir yılda, sessizce işten çıkarılanların sayısı 1,5 milyonu aştı. Sadece İstanbul ve çevresinde bu sayı yarım milyonun üzerinde. Durum öylesine vahim ki, gerçekten hızlanan sanayi çarkları bile işsizlik üretiyor. Ama asıl büyük yıkım, kapının hemen dışında. Üzerinde çokça konuşulan “ani duruş”un işaretleri bir anda çoğalmaya başladı. Hızlanan çarklar, ani duruşu hazırladı.
Üzerinde, şaşırtıcı biçimde, daha az konuşulan konu ise, bu toprakların bugüne dek görüp görebileceği en geniş çaplı trajediyi haber veriyor: Bizzat CHP sözcüleri açıkladılar: 3 milyondan fazla çocuk açlıktan doğan hastalıklarla boğuşuyor, milyonlarcası okulu bıraktı. Yer yerinden oynamalı, bütün şarkılar susmalı, bütün gülüşler donmalıydı. Peki ne oldu? Hiçbir şey! Ne gazeteler manşete taşıdı, ne televizyonlar tartıştı. Gericiliğin bütün sözcüleri, ezilen ve sömürülen sınıfların tam da bam teline basan bu yakıcı gerçek üzerine, kesin bir suskunluk üzerinde anlaştılar.
Açlık, sefalet ve hastalık önce çocukları kurban seçer. Hele ki ezilen bir sınıfın, hele ki ezilen bir ulusun geleceğidir çocuklar, hatta varlık nedeni. Değil mi ki bütün kavga onlar için, bu dayanılmaz sefalet karşısında sabır taşı çatlatan bu direnç, tarifsiz zulüm karşısında bu taşkın öfke ve nihayet sonucunda ölüm bile olsa her çılgınca atılım, hepsi onlar için.
Proletarya ve Kürt halkı, diğer ezilen sınıflar, hayatta kalma mücadelesinde, zurnanın zırt dediği yere geldiler. Bilinen, geçmişte defalarca denenmiş yöntemlerle sürdüremiyorlar hayatta kalmayı. Bu yöntemler geçmişteki gibi bir zafer müjdesi, umudu vaadetmiyor. Aksine, bilinen, geleneksel düzen içi yöntemler sorunu derinleştiriyor, felaketi büyütüyor. İşçiler, buhrana karşı işsizlik cehennemine düşmemek adına ücretlerinin düşmesini göze aldılar, yetmedi, açığı kapatmak için aşırı çalıştılar, o da yetmeyince sofralarından tabak eksilttiler ve nihayet, öğün atlamaya başladılar. Ama tüm çabalar , geçmişteki benzerlerinin aksine, yaşanan buhranda, tam tersi sonuçlar üretti. Çabanın kendisi ücretleri daha da aşağı çekti; bu eğilime bağlı olarak çöken iç pazar, bir avuç zenginin aşırı lüks tüketimiyle ayakta kaldı. Ama aşırı lüks tüketim, kiraları uçurdu, ortalama fiyatları yukarı çekti. Emekçiler için buhrana karşı direnmenin bir başka yolu, borçlu yaşamaya geçmekti. Eskiden bu borçlar eşten, dosttan alınırdı. Yani alınan borç, paranın toplam hacmini değiştirmiyordu. Şimdi iyice gaza basmış borçlanmanın adresi bankalar ve her borç, toplam para hacmini büyütüyor: Sonuç hiperenflasyon.
Hiperenflasyon sarmalına yakalanan bir ülkede işçiler, ücret kavgalarının bir eşe yaramadığını kısa sürede kavrar. Şimdiden çalışanların çoğunluğu “fiyatlar artmasın, ücretlere zamma gerek yok” deme noktasındalar. Ve şimdi, çakılıp kaldıkları bu kısır döngünün, aslında nasıl bir mezar kazmak olduğunu fark ediyorlar. Ya çocuklarını, kendi geleceklerini kurban verecekler ya da varoluş yok oluş probleminin masada olduğu bir kavgaya girişecekler.
Bu durumda olan, bir anda kendini bu koşullar altında bulan bu sınıf, ancak topyekün bir kurtuluşun düşlerini kurabilir. Ve ancak boyunlarına inmeye hazırlanan giyotinin soğukluğunu hissedenler, yeni bir toplumun aciliyetini kabul etmeye hazır olabilirler. Şimdi şu an, en az 3 milyon çocuk, korkunç bir trajedinin kıyısında dolaşıyorlar; şu mahallenin, bu semtin çocukları değil, koca bir sınıfın çocukları... Gözeleri önünde çocukları gün gün eriyen bir sınıfa, parlamenter budalalar ne vaadedebilir, biçimsel demokrasinin sorunları ne ifade edebilir? Hiçbir şey. Sadece yepyeni bir toplum vaadi, bir devrim, umudun ateşini yakabilir.
Yürek dayanmaz trajedilerin yaşanmasına, yıllar değil, aylar var. Ve bu gidişatı önleyecek tedbirleri ne tekelci sermaye ne dinci-faşizm, ne de gerici muhalefet alabilir. Ve şimdi, eğer öfkemizde birleşemezsek, yarın çocuklarımızın trajedilerinde birleşmek zorunda kalacağız.
Umut Çakır