Sınıflar mücadelesinde hangi noktadayız, gelişmeler hangi kanaldan ilerliyor? Varacağı yer konusunda hemen herkes aynı fikirde: Bir ayaklanma. O noktaya hangi kanallardan geçerek varacağımız, ayaklanmanın sınıfsal haritasını da belirleyecektir. Sonda dile getireceğimizi en başa yazalım: Günlük gelişmeler de dahil, her şeyi belirleyen emek-sermaye çelişkisidir; içerdiği uzlaşmazlıkla sürekli keskinleşen, geri kalan tüm sorunlara kendi yaklaşımını dayatan bu çelişkidir.
Şurada burada, genel teorik akıl yürütmelerde, tarihsel analizlerde, “derin okumalar”da sürekli karşımıza çıkar bu terim: Emek-sermaye çelişkisi. Çoğu zaman somut ve canlı bir içerikten uzak ele alındığı için okuyanın zihninde yavan bir tekrar tadı bırakır. Oysa biz şimdi onu en canlı, somut içeriğiyle ele almaya çalışacağız. Bu çelişkinin, bir avuç eğitimli analistin, partilinin değil, milyonların zihninde ve gözünde nasıl somutlaştığını, nasıl apaçık görünür hale gelebildiğini, kabullenildiğini ve nihayet, kitlelerin bu çelişki gerçekliği içinde, günlük politik tutumlarında nasıl ilerleme içinde olduklarını sunmaya gayret edeceğiz. Son zamanlarda öne çıkan iki olgu ışığında, varolan durumu ve gidişatı somutlayalım.
Birinci olgu, karşı-devrim saflarında, daha önce benzeri ancak 70’li yılların son döneminde görebildiğimiz çözülmedir. Toplumun farklı kesimleri içinde alışılageldik seyri içinde çözülmeler, birbirine benzer aşamalar içerir: Önce moral üstünlük hasım cepheye geçer; saflarda kararsızlık tutumunun yaygınlaşmasına tanık olunur; belli bir aşamada safları seyrekleştirenler çaktırmadan sıradan yaşamlarına geri dönerler; nihai aşamadaysa çözülme, bozgun halinde kaçıp saklanacak yer aramaya dek varır.
Bu topraklarda şimdi, dinci faşist karakterli karşı-devrimin çözülmesinde, tüm bu aşamaların üzerinden atlayan ve bambaşka adreslere varan bir akış söz konusu. Leninist saflarda da sık görmeye başladığımız bir gelişimi, fason TKP’nin şefi, ekranlardan şöyle açıklıyordu: “Son zamanlarda partimize üye olanların çoğu eski AKP’liler. Duruma biz de şaşırıyoruz.” Tüm politik sermayesini “cumhuriyetin kazanımları”nı korumaya yatırmış bir parti için, elbette şaşırtıcı bir gelişme. Ama, en temelde yatan emek-sermaye çelişkisinin güç ve etkinliğini her somut gelişmede izleyenler için şaşırtıcı değil. Evet, karşı-devrim saflarında görülen çözülmenin karakteri bir uçtan diğer uca savrulmak biçiminde. Çözülmenin bu biçimi bile, başlı başına, olağan zamanlardan geçmediğimizin bir kanıtı.
En kolayı bir uçtan diğerine savrulmaktır der bilgeler. Fakat şimdi karşı-devrimin kimi ögelerinde tanık olduğumuz savrulma, öyle kolay olmadı, bunun için görülmemiş bir sefaletin şoku, dile gelmez acıların darbesi gerekliydi. Uzun iç savaşta Türk tekelci sermaye egemenliği, temeldeki çelişkinin üzerini örtebilmek için, etkin bir takım ideolojik araçlara sahiptir. Dincilik, ırkçılık ve her ikisinin bileşiminde yer alan şovenizm. 70’li yıllar ve devamında dinci gericiliğin üs merkezi kırsal kesimdi; zaman içinde kent yoksullarının payına düştü; ırkçılık ve şovenizm ise, kent ve kırların küçük mülk sahiplerinin işine gelen bir araçtı. Kent yoksullarının önemli bir bölümünü etkileyen dinci gericilik, uzun iç savaş boyunca, kolayca kırılamayan kemikten bir yapıya büründü. Bizzat Kemal Derviş’in dikte ettirdiği Dünya Bankası programına sadık kalan AKP, kent yoksullarını sadaka düzeyinde yardımlarla kendine bağladı. Yardımlar gerçekten sadaka ölçüsündeydi, ama kent yoksullarının ucu ucuna bir yaşama tutunmalarını sağladığı sürece, bu bağlılık sürdü. Ucu ucuna tutunma dengesi bozulup, diz boyu sefalet artık yaşamsal bir tehdit olmaya başladığında, sorgulama da başlamış oldu.
Epeyce zorlu bir sorgulama, çelişki “alnı secdeye değenler”e yönelik kör bağlılığı reddetmek, aynı zamanda kendi inanç değerlerini de inkara yönelmek anlamına geliyordu. Üstelik ortada, uzun süren bir “suç ortaklığı” vardı. Dinci faşizmin kokuşmuş, çıkarcı, despotik ve katliamcı yüzünü açığa vuran tonlarca gelişmeye karşın, kent yoksullarının bu kesimleri ya seslerini çıkarmamışlar ya da iktidarı sahiplenip koruma yoluna girmişlerdi. Hem dinsel inanç değerlerinde büyük bir aldanış içinde olduğunu kabul edeceksin, hem de suç ortaklığınla yüzleşeceksin. Hiç kolay değil. Her tarafı nasır tutmuş bu deri, ancak görülmemiş sefaletin kırbacıyla yarılabilirdi. Ama bir kez gerçekleştiğinde, ideolojik dünyalarını kabuk gibi örten bu nasırlı deri bir kez kalktığında, kent yoksulları, kendi çıplak sınıf gerçeğiyle karşılaştılar. İşte bu yüzden, karşı-devrimin kent yoksulları arasındaki sayısız müfrezesi, silahlarıyla birlikte diğer uca savruluyorlar. O silahlar, yeni ulaştıkları zihniyete tertemiz bir yürekle bağlanmaları ve tüm sonuçlarını göze alacak kararlılığa sahip olmalarıdır. Bu temiz yürekli kararlılık olmasa, daha dün alnı secdeden kalkmayanların, daha dün şeytanla özdeşleştirdikleri orak çekiçli bayraklar altında toplanmaları düşünülemez bile.
Ele alacağımız ikinci olgu, şimdilerde herkesin “sınamaların en zorlusu” olacağına dair ortak bir kanaat belirttiği, korkutucu kış mevsimine ilişkindir. Bu kanaat, istatistik tablolarından, ekonomi analizlerinden fışkırmıyor. Halk bunu bizzat kendi yaşamından, bir şeylerin fena halde ters gitmesinden biliyor; en başta, kredi kartlarından. Dışarıdan para girişi yeterli olamadığı için bankalar kredi limitini yükselterek, inanılmaz oranlara ulaşan karlarını düşürmeye hiç niyetli değiller. Bu yüzden, hiper enflasyonun sürüklediği pahalılıkta, kredi limitleri çok kısa sürede tükeniyor. Bu kış, özellikle büyük kentlerde yaşayan on milyonlar, ısınmakla bir tas çorba içebilmek arasında tercihe zorlanacaklar, bunu şimdiden açıkça dile getiriyorlar, buna hazırlanıyorlar. Bu durumda, kışın en zor evresinde büyük kentleri esir alacak manzarayı tahmin etmek zor olmasa gerek. Kentlerin ezici çoğunluğu soğuk ve karanlık içinde kalırken, küçük bir azınlık ışıl ışıl, sıcak ve kışkırtıcı bu sefahate dalmış biçimde olacak. Bu manzara, derinlerde saklanıp duran emek-sermaye çelişkisinin en net, en baskın ve inkara gelmez bir fotoğraf gibi yüzeye vurması demektir. Tekelci sermayenin dinci gericilikle, ırkçılık ve şovenizmle üstünü kapattığı bu temel çelişki, herkes için kolayca kavranabilir, hatta çıplak gözle dahi görülebilir basitlikte, toplumsal kavganın merkezine oturacaktır.
Emek-sermaye çelişkisinin, diğer çelişki ve çatışmalara baskın, kolayca görünür ve kavranabilir hale gelişi bir dizi politik alt-üst oluşla beraber ilerler. Küçük-burjuva sınıfa özgü uzlaşmacılık, burjuva sınıfla işbirliği, kararsızlık ve orta yolculuk, oportünizm vb, güneş altında eriyen kardan adam misali, etkisini yitirecektir. Uzlaşmaz karakterdeki bu çelişki, görülmemiş sefalet ortamında çatışmaların olağanüstü tempoda keskinleşmesine ön ayak olacaktır. Her şey devrimci proletarya ve öncüsünün, mücadelede etkin bir konum elde etmesi için, görülmemiş fırsatlar iklimini işaret ediyor.
“Hazır mıyız?” sorusu artık bir kenara bırakılmalı, çünkü bütün koşullar olgunlaşmışsa hazır olan bu koşullardır artık, öznenin kendine ait sorunu anlamsızdır. O noktada bütün mesele, cüret ve özgüvenle mücadeleye girişebilmektir. En taze, en yeni kavgacıların en kısa sürede ustalıkla donanacağı süreç, önceden hazırlık yapmakla değil, hızlandırılmış kurslarla değil, ama böyle gerekirse yayan yapıldak mücadeleye girişmekle yaşanacaktır.
“Yaşam bizden yana” sözü, moral pompalamak amaçlı bir ajitasyon sözü değil, gerçeğin ta kendisidir.
Umut Çakır