Kime sorulsa, duygularını bastırmayı başarıp birkaç kelam edebilenler, hep aynı tümceyle bitiriyor konuşmalarını... “Ben böyle bir şey görmedim, yaşamadım”... İşçisi, emekçisi, işsizi, esnafı, zanaatkarı, memuru, meslek erbabı, köylüsü, doktoru...
Atölye sahibi küçük patronlar da dahil bu kulübe, hatta küçük suçlarla yolunu bulan lümpen tabakalar da... Neredeyse bütün toplum, bir avuç tekelci ve onların keneleri haricinde, aynı kanaatte buluşuyor.
Bu kanaat öfkeyle dile geliyor ve içinde şaşkınlık, kurulu düzene inançsızlık, dehşetli bir geleceksizlik, uyanışın ve farkına varılan aldanmanın pişmanlığı. Özetle, tüm şiddet yüklü duyguları aynı anda barındırıyor. En kaba sosyolojinin en yavan hikmetlerine dayanarak, hep şöyle söylenirdi: Bu toplum çok fazla kriz gördü, insanlarımız alışkın, dirayetlidir, sabırlıdır ve şükreder. Oysa şimdi her yerde duyduğumuz şiddet yüklü bu ortak kanaatten sonra, bu türden yavan lapaları çöpe atma zamanıdır.
Peki neden emekçiler “hiç böylesini yaşamadık?” diyorlar. Çünkü bütün ezberleri bozuldu, burjuvazinin çizdiği geleneksel düşünceleriyle “böyle bir şey”e tanım getiremiyorlar. Ve yine geleneksel tutum ve davranışlarıyla, geleneksel direnç ve mücadeleleriyle, yaşanan bu “şey”e ayak uyduramıyorlar.
Bugüne kadar yaşanan pek çok krize karşı, sıradan bir işçi, şükürle alakasız bir tutum içine girerdi: fazla mesailere yüklenir; olmadı sofradan bir tabak eksiltir ve fırtınanın geçmesi beklenirdi. Çünkü bugüne kadar hep bu şekilde geçip gitmişti. İşçinin örgütlü ve daha bilinçli kesimleri patronları zam yapmaya zorlar, en azından nefes alınacak bir düzeye ulaşılırdı. Şimdi, bu geleneksel tutumların hiçbiri işe yaramıyor: Bilinçli işçiler dahi ücret zammından korkar oldular, çünkü sonucun çok daha beter bir hayat pahalılığı olarak döneceğini fark ettiler. Fazla mesai de kurtarmıyor, çünkü aynı yola başvuran milyonlarca işçi, ortalama ücretleri düşürüyor. Ve artık sofrada eksiltilecek tabak kalmadı. En önemlisi, fırtına bir türlü dinmek bilmiyor; aksine yıkıcılığını artırarak yoluna devam ediyor.
Esnaf ve zanaatkar, kriz bastırınca, eşinden dostundan borç toplar, işleri yeniden açılınca, borçları gıdım gıdım geri ödeyip uykusuz gecelerine son verirdi. Şimdi kimsede verecek borç yok; para ya tefecide, ya bankada... ve onlara elini veren kolunu kaptırıyor. En fenası, işler bir türlü açılmıyor ve dükkan sürekli cepten yiyor. Kira, fatura, banka ödemeleri, vs derken, bizzat emek faaliyetinin sürmesi bile, eldeki avuçtakini hızla tüketen bir faaliyet halini aldı. Bir zamanlar, toplumda bir yer edinmelerini sağlayan işlerinden nefret etmeye başlayan esnaf ve zanaatkarlar çoğalıyor.
Küçük üretici köylü, krizin en şiddetlisinde bile, aç kalmayacağını bilirdi, mutlaka bir köşede, kentteki akrabalarına bile katkı sunacak kadar geçimlik bir parça tarlası olurdu. Fazla zorlanırsa, tarlasını satar ve komşu köylere çalışmaya giderdi. Toprağından vazgeçmeye gönlü razı olmayanlar, banka önünde kredi kuyruğuna girerdi, bugün olmazsa hemen yarın, on milyonları barındıran büyük kentlerin, kendi ektiği ürüne muhtaç olacağını bilirdi. Şimdi, her şey altüst oldu, kentli milyonların ihtiyaçlarını, devasa gemilerle limana yanaşan tekeller sağlıyor. Ve küçük üretici, geçimlik tarlası için gübre, tohum alamaz durumda, satacak tarla kalmadı, ve bankalar krediyi kesiyor çünkü biliyorlar, bu harçların geri dönüşü yok. Tarımsal üretimin bütün alanları aynı sefaleti yaşadığı için, artık komşu köyde de çalışacak iş yok.
Doktoru, mühendisi, mimarı, tüm kalifiye emek sahipleri, yaşanan onca krize rağmen bugüne dek ne işsizlik korkusu yaşamışlardı ne de yoksulluk sınırının altını görmüşlerdi. Sahip oldukları kalifiye emek sayesinde, patronların gözünde işten en son atılacaklar listesinde bulunmaktan hoşnuttular. Tamam, kriz süresince gelirlerinde kayıp olurdu ama kıyıda köşede duran birikimleri ile bu kaybı kolayca telafi edebilirlerdi. Bu sayede, pek çok krize rağmen, yoksulluğun kesif kokusundan uzakta yaşadılar. Şimdi, pek çoğu asgari ücrete yakın çalışmanın, her an kapının önüne konulma tehdidinin anlamını görüp şaşkınlığa uğruyorlar. “Mutena” semtlerini bırakıp, yoksul mahallere taşınıyorlar.
Peki ya orta burjuvazi? Günlük politikanın sürekli gözden ırak tuttuğu ama kokmaz, bulaşmaz varlıklarıyla, tekelci sermayenin en gerici yanlarını alt katmanlara taşıyan şu tuhaf yaratıklar... onlar farklı mı? Hemen hepsi büyük sanayi ve ticaret tekelleri için fason üretim yapan atölye sahipleridir, taşra kentleri onlarla doludur. Krizlerde ilk yaptıkları, çoğu akrabası ve köylüsü olan işçilerini kapı önüne koyup işlerini azaltmaktı. Bu da yetmez ise, makinelerini satıp, yeni fason iş fırsatlarını beklemeye geçerlerdi, o zaman geldiğinde, köyüne yolladığı işçileri geri çağırıp, kaldığı yerden devam edebilirdi. Oysa şimdi tekelci sermaye üretime ve pazardaki dolaşıma öylesine egemendir ki, bir fasoncu için işleri küçültmek, zincirin dışında kalmaktır. Ve artık satışa çıkan makineleri almaya hevesli kimseyi bulamıyorlar.
İşte böyle, birbirlerinden çok farklı çıkarlara, yaşam standartlarına, farklı geçim araçlarına sahip milyonlar, tüm ezberlerini bozan bu yeni durum karşısında, şiddet yüklü duygularını, aynı tümcede birleştiriyorlar. Tepelerden, daha doğrusu, tepeciklerden aşağıya yuvarlanıp küçük ayrıcalıklarından mahrum kalanlar, “nezih” semtlerini bırakıp, açlar ordusuyla, kaynayan çeperlere çekiliyorlar. Ve orada uzun süredir cehennem çukurunun dibinde yaşayanlar, çukurun bu yeni sakinlerine bakıp, sefaletlerinin sebebini eğitimsizliklerinde, yetenek yoksunluğunda ya da değişmez bir kader çizgisinde görme alışkanlığını bir kenara bırakıp, “böyle bir şey görmedik” korosuna katılıyorlar.
Lenin, nice şiddetli devrimci darbelere rağmen, 400 yıl boyunca ayakta kalmayı başarmış Çarlığın, Şubat ‘17’de, sadece sekiz gün içinde yıkılıp gidişini bir mucizeye bağlayanlara şu cevabı veriyordu:
“Doğada ve tarihte mucizeler yoktur, fakat her devrim, tarihin her ani dönemeci gibi, öyle zengin bir içeriğe sahiptir, mücadele biçimlerinin ve mücadele eden güçlerin karşılıklı ilişkisinin kendine özgü biçimlerini o kadar beklenmedik bir biçimde ortaya çıkarır ki, birçok şey darkafalı beyinlerde, mucize olarak görünmek zorundadır.”
Birleşik devrimin zengin içeriği öylesine kapsamlı ve çok farklı sınıfların mücadelesinin öylesine farklı biçimlerini barındırıyor ki, hepsini aynı ifadede ruh halini özetleyebilmek, aynı zamanda, görünürde birbiriyle alakasız, görünürde apayrı yol ve tutumlardan geçen bu mücadelelerin “olağanüstü orijinal tarihsel bir durum sayesinde birleşmeleri ve garip bir biçimde toplu ortaya çıkmasının” zeminini hazırlıyor.
Öyleyse, bir dar kafalıya “mucize” gibi görünecek günlere, şaşıracak mıyız?
Umut Çakır