Çalışanlar, emekliler, geçmiş yılların kalıplaştırdığı bir alışkanlıkla, bir umut geçtiler ekran karşısına. Kabine toplantısından, çalışanların ücretlerine, emekli aylık ve ikramiyelerine, temel gıda fiyatlarına ciddi bir ayarlama bekliyorlardı.
Defalarca böyle olmuştu; enflasyon yükseldiğinde bir şekilde ücretler de yükseliyordu; yaklaşan bir seçim varsa, hükümet gerekirse borçlanıp para basarak, sırf oylarını arttırmak adına, geçici bir rahatlama sağlıyordu. Ama bu kez herkesin eli bağrında kaldı: RTE, kameraların karşısına geçti ve 2053 ulaşım planlarını anlattı. Böylece, açlıkla boğuşan on milyonlar, en geri yanlarını besleyen ve ayaklarına dolanıp duran bir dizi boş inançla yüzleşmek zorunda kaldılar.
İki ucu kör bir inançtı bu: Bir ucunda “çalışanın cebine para girecek ki, patronlar mallarını satsın” gibi, sol cenahta bile alıcı bulan, uzlaşmaz sınıf çıkarlarını karşılıklı körleştiren, su katılmamış bir “sosyal-demokrat” kalıp bulunuyordu. Diğer ucunda, seçimle gelen her hükümet, genel oy iradesi karşısında, sürekli eğilip bükülür fikrine dayalı, biçimsel demokratik ham kafalık vardı. İşte bir anda on milyonların yüzleşip sorgulamaya başladıkları, bu kör inançlardır.
Açlık karşısında, dinci faşizmin sergilediği performansı “vicdansızlık, duyarsızlık” gibi ahlaki çıkışlarla açıklamak, bizi bir adım ilerletmez. Arka planı görmek zorundayız. Ve arka planda her şey net: iç pazar çöküyor ve tekelci sermaye, birikimin garantilerini tam da bu çöküşte görüyor. Bu ilişkiyi yaratan, tam ilhaktır.
Üretim ve ticareti emperyalist pazarlara doğrudan bağlayan tam ilhak, iç pazarın bütünlüğünü sağlayan parametrelerin uyumunu bozar. Üretim ve ticaret, esas olarak, iç tüketim göz önüne alınarak değil, ama emperyalist-kapitalist dünya pazarı göz önüne alınarak ayarlanır: Tedarik zincirleri kurulur; ara mal ve mamul madde ticareti ekonomik faaliyetin giderek şişen paydası haline gelir, emekçilerin çalışması ise finansal akışın yağlanması içindir, her şey uluslararası finansal havuzda toplanan borç ilişkisine tabi olur vs vs.
Tam ilhak öncesi dönemlerde, işbirlikçi sermayenin birikim modeli, iç pazar üzerinden yürürdü. Oysa şimdi sermaye kontrolünde iç pazar, daha büyük dış pazarların tali unsurudur. Geçmiş zamanlarda tekelci sermaye iç pazarı canlı tutmak zorundaydı. Bu sayede, işçi sınıfının mücadelesiyle yükselen ücretler karşısında eriyen karını, canlanan iç tüketimle telafi etmek imkanı buluyordu. Ama şimdi tam ilhaktan sonra tekelci sermaye ne iç pazarın canlılığına ihtiyaç duyuyor, ne de ücret artışlarına karşı tahammülü bulunuyor. İçeride kaybettiğini, dışarıya açılarak telafi ediyor ve tam da bu dışarıya açılımın anahtarı, iç pazarın çöküşü ile uyumlulaşıyor. İç pazar ne denli çöker, bu sayede artan işsizlik ücretleri ne kadar düşürürse, dış pazar rekabetinde o kadar şanslı oluyor. Özcesi tam ilhak, bütün manzarayı bu şekilde değiştirirken, sınıflar arası ilişkileri ve mücadeleyi de yeni baştan kurguluyor.
Demek ki mesele, ne “saray rejimi”nin sefahate dalıp halkı unutmasıdır ne de hazine kasası boş olduğu için bir adım atamamasıdır. Mesele, tekelci sermayenin aşırı birikimidir. Her alanda tam hakimiyet kurmuş tekeller, elde tuttukları sermayenin değersizleşmesini önlemek için mümkün olan tek yola başvurmaktalar: Dış pazarlar. Bu zorlamanın doğrudan sonucu, iç pazarın yıkımıdır.
İç pazarın çöküşü, aynı zamanda taşranın çöküşüdür. Tekellere bağımlılık içinde tarım, hazır gıda, inşaat malzemeleri gibi büyük şehirlerin pek çok ihtiyacını taşrada kümelenen üretim karşılıyordu. İç pazar, bolca bulunabilen borç yoluyla canlı tutulabildiği sürece, taşra, giderek kalabalıklaşan kentlerin harcama kalemlerinden payına düşeni alıp, mutlu mesut bir hayat sürdürebilirdi. On yıllarca dinci-faşizmin, ırkçılığın kitle tabanı buralarda boy verdi.
Oysa şimdi, isyanın ateşli sözleriyle kavruluyor taşra, en elle tutulur haliyle öfke oralarda kaynıyor. Bunun sınıflar mücadelesindeki karşılığı açık: Devrimi, on yıllardır sokulamadığı taşra coğrafyasına taşıyor. 70’li yıllarda, devrimin kontrol edilemez hale gelişinde taşra, vazgeçilmez bir rol oynamıştı; olabilecek en yaygın sahada kurulan devrimci etkinlik, faşizme abluka ve tecrit imkanı bırakmıyor; gücünü belli noktalarda toplayabilme yeteneğini köreltiyordu. Bir başka açıdan, büyük kentlerde de yansıması olan taşra kültürü, devrimi adeta bir “prestij nesnesi” haline getirmişti. Taşrada bir devrimci, özverinin, dürüstlüğün, cesaretin ve bilgeliğin sembolüydü. Aynı basit çerçevede dolanıp duran taşra yaşamına onyıllar sonra yeniden sızan devrim, bir kez daha aynı prestijli kimliğin simgesi haline gelecektir.
Önceki hükümetler gibi, dinci faşizmin de genel oy iradesi karşısında eğilip büküleceğine dair alışageldik düşünce, bu kriz anında nasıl bir beklenti doğuruyordu? Elbette, dinci faşist hükümetin bir “seçim ekonomisi” programı izleyeceği beklentisini... Ama şimdi, bu beklenti de boşa çıkıyor. Ve kendisiyle birlikte, genel oy iradesinin hükmünü sürdürdüğü fikrini, aynı karanlık kuyuya çekiyor. Bu boş inanca sarılanlar, belki azınlıktalar, fakat sesleri daha çok çıkabildiği için, her mikrofon, her kürsü onlara açık olduğu için, bu inancı çoktan bir kenara koymuş çoğunluğun kararlılığını bozabiliyorlar.
Bir hükümetin “seçim ekonomisi” uygulamalarına kaynak yaratmak için, kısa sürede hayata geçebilecek iki kestirme yolu vardır: Ya hazine içi borç senedi çıkartarak kasayı doldurur ya da doğrudan para basımı gerçekleştirir. Eğer hazine kasasını borçları ödemek üzere yeniden dolduracak yeterli kaynak bulunmuyorsa, birinci yol hemen her zaman ikinci yolu gündeme getirir. Dinci-faşizm için mesele de burada patlak veriyor. Her iki yol, halihazırda zıvanadan çıkmış enflasyonu dönüşü bulunmayan bir yükseliş döngüsüne hapseder. Mali çöküş, hem hazine hem de bankalar için kaçınılmaz olur ki, birikimi istim almış tekelci sermayenin en son görmek isteyeceği durum budur. Dinci-faşizmin elini kolunu bağlayan, temsilcisi olduğu sınıfın hayati çıkarlarıdır.
Açlıkla boğuşan on milyonların zihninde beliren puslar dağılmakta ve manzara netleşmekte. Dinci-faşizm, bir “seçim ekonomisi” yoluna girmiyorsa, genel oy iradesini bir kez daha çiğnemeye hazırlanıyor demektir. Ya baskın bir seçimle şimdiden tüm hazırlığını yaptığı bir “atı alan Üsküdar’ı geçti” durumu yaratacak ya da seçim iptalinin yollarını arayacak.
Peki ya, her geçen gün değil, adeta her geçen saat daha çekilmez boyutlara varışı gözlenebilen bir açlıkla boğuşan on milyonlar ne yapacak? Her gelişme onları genel bir ayaklanmadan uzak tutan bir prangadan kurtarıyor. Bu türden prangaların çokluğu, çeşitliliği yüzünden sürecin uzayıp durması, ne şaşırtıcı olmalı, ne de umut kırıcı. Dinci faşizm, amansız bir baskı ve ona eşlik eden soluksuz bir propaganda makinasıyla, emekçi kitleleri katman katman farklı bilinç düzeylerine ayıran nice boş inanç, nice alışkanlık, nice beklenti yaratmıştır. Her biri uzun zamanda kalıplaşıp ağırlaşmış bu prangalar, bir çırpıda tek bir gelişme neticesinde yok olmuyor. Ama ağırlıklarından kurtulmuş bacakların, bir anda nasıl uçarcasına koşabildiğini atletler iyi bilirler.
Tıpkı savaştaki “general kış” gibi general açlık da her şeye damgasını vuruyor, hükmünü sürüyor, sınıflar mücadelesinin matrisini değiştiriyor. Öyle ki, beklenen patlamanın artık sadece bir kıvılcıma baktığı günler çok yakındır. Daha şimdiden kavga alanlarını dolduran devrimin büyük öbeklerini, aynı hatta buluşturacak bir kıvılcım olacaktır bu. O zamana dek, proleter devrimci öncü, proletarya hegemonyasını güvence altına alan bir etkinlik içinde bulunacaktır.
Umut Çakır