Dinci-faşizm ne vakit ipleri yeniden ele aldığını düşünse (kur artışını durdurdular ya!), ipin diğer ucunun boş olduğu gerçeğiyle dehşete düşüyor! İpler tümüyle dinci faşizmin elinden kaçmıştır; bundan sonrası kanlı-kavgalı bir hesaplaşmadır.
Sayılar bir gerçeği soyut ve soğuk halleriyle betimler, ama binlerce canlı olguya kesin bir çerçeve çizer. Bu yüzden, ister gerici, ister sol düzen içi muhalefetin rakamlarla dolu ajitasyonundan boğulanlar, bir parça dişlerini sıkıp, okumaya devam etsin.
Sayılar durumu o denli net açıklıyor ki, üzerine söz söylemeyi gerektirmiyor. Nisan başında asgari ücret kimilerine göre 800, kimilerine göre 1500 TL kadar, açlık sınırının altına geriledi ve ivmelenerek batmaya devam ediyor. DİSK’e göre, kayıt dışı çalışanlar hariç, çalışanların %60’tan fazlası asgari ücret ortalamasında. Demek manzara net: Halkın ezici çoğunluğu gerçekten ve kesin olarak açlıkla boğuşuyorlar. Uzayıp duran kuyruklar, bu sayısal verinin canlı kanıtı ve her yerde, her adımda karşımıza çıkıyorlar. O kuyruklarda öfkeli kalabalıklar, kahraman öncülerini beklemeden, artık birbirlerine ajitasyon yapıyorlar. Büyük savaş yılları dışında, ezici çoğunluğun açlıkla boğuşması, bu topraklarda ilk kez görülüyor.
Emekçi sınıfların devrimci potansiyeline inancını yitirenler şu itirazı sıkça dile getiriyorlar: “Ekonomik çöküş, bir sınıf bilinci doğurmuyor, defalarca ekonomik krizlerden geçtik, ama sol olarak her seferinde ellerimiz boş kaldı.” Öyle mi? Görelim.
Karşılaştırma yapmak amacıyla yararlanabileceğim bir grafik var. DİSK-AR’ın 1978-2018 arası dönemi kapsayan, asgari ücret ile kişi başına düşen milli hasıla arasındaki oranı gösteren bir grafik. Burada, ani düşüşler ve ani yükselişleri kısa döneme sıkıştıran, grafiğin tam olarak W çizdiği iki dönem hemen ayırt ediliyor. İlki 1978-80 arasındaki; diğeri, bir dizi W’nin arka arkaya sıralandığı uzun 1990-2000 arasındadır. Grafikteki sert düşüş, krizin yıkım gücünü ve sert yükselişler de işçi sınıfının bu krize verdiği cevabı anlatıyor.
Söz konusu iki dönemin ortak özelliği şu: İlki 12 Eylül faşist darbesi ile kesilen ve görece kısa bir zirve yapan sert bir iç savaş sürecidir. İkincisi, uzun bir iç savaşın serpilip gelişme dönemidir. Her ikisi de, devrimci, sosyalist grupların, yüzbinler, hatta milyonlar halinde sokaklara inen emekçilerin en başında yürüdüğü yıllardır, silahlı sokak savaşlarının, serhıldanların, barikatların zamanlarıdır.
2001 krizi sonrası ise yatay bir seyir izleyen uzun yirmi yıl var. Bu yirmi yıllık yatay eğilim, yaşanan yapısal krizin şok etkilerinin daha az görüldüğü, buna mukabil, işçi sınıfının cevabının da aynı ölçüde “mutedil” olduğunu gösteriyor. Kriz ne kadar sertse, işçi sınıfının verdiği karşılık da o kadar sert oluyor, sınıf savaşımı kısa sürede sıçrama gösteriyor. Birinde askeri faşist darbeye kadar varıyor, ikincisinde uzun bir iç savaşın tüm olgularını doğuruyor. Kısaca, krizler, mutlak surette, sınıfların karşılıklı ilişki ve mücadelelerinde keskin bir dönüşüme yol açıyor. İsteyenler, grafik yatay bir seyir izlerken meydana gelen Gezi ve Kobane Ayaklanması dönemlerine dair yeni bir bakış açısı geliştirebilirler. Biz, konuyu dağıtmadan devam edelim.
Günümüze en yakın, şok edici kriz, 2001 yılına ait. Ayırt edici pek çok özelliğinden birisi de şuydu: 2001’de devasa bankalar ve holdingler de iflas bayrağı çekmişti. Sabancı, “bir gecede hep beraber üçte bir yoksullaştık” diyordu. Yani burjuvazinin “aynı gemideyiz” teranelerini emekçilere yutturmak için uygun bir zemini vardı. Diğer ayırt edici özellik, grafikten izlenebilir. İşçiler, 98-2001 arası, asgari ücret / kişi başı GSMH oranlarını %40 gibi dip bir seviyeden %60’ı açlık sınırının altında cehennem yaşarken, bankacılar gururla dönem karlarını açıkladılar: Oran %328! Krizlerle dolu tarihimizde, bu kadarı da bir ilk!
Emekçiler arasında, bu kahredici çelişkinin görülemediğini söyleyenler, sonu görünmez kuyruklarda konuşulanlara biraz kulak kesilsinler. Bir örnek pek çok anlam ifade ediyor: Yer Niğde. Yani çok uzun dönemdir gericiliğin, dinci-faşizmin en yüksek destek bulduğu, sınıf mücadelesi ve bilincine en uzak taşra kentlerinden birisi. 28 temizlik işçisi alımına 9 bin kişi sıraya girmiş. Mikrofonlara konuşanlar, lafa önce manda yoğurdundan giriyor, köprülerden çıkıyor. Öfke dolu sözlerden nasibini almayan yok gibi, tepedeki yöneticilerden tutun, paradan para kazanıp sefahat içinde yaşayanlara kadar. Niğde, öyle böyle değil, halkın ezici çoğunluğunun, servet sahiplerine ve onlara hizmet eden herkese karşı ciddi bir sınıf kini biriktirdiğini kanıtlamaya yeter.
Önceki krizlerden farklı olarak, işçi sınıfının yanı sıra, çok geniş bir emekçi kitlenin, varolan hükümeti yolsuzluk veya beceriksizlikle suçlamanın ötesine geçtiği, hasımlarını sömürü ve talanın boş aktörleri olarak tanımladığı bir büyük kriz dönemi yaşıyoruz.
İşte bu yüzden, manda yoğurdu bir halkın öfkesini kabartmaya, kanın beyne sıçramasına neden oluyor ve günlerce hararetli tartışmaların baş köşesine oturabiliyor. Kendi küçük klanlarında kendi içine ajitasyonla elit bir dil dünyasına hapsolmuş oportünist-uzlaşmacı sol ise, manda yoğurdu ve ejder meyvesiyle taşan öfkeli bir konuşmanın aslında ne denli yüklü bir sınıf bilinci taşıyabildiğine inanmak istemiyor. Ve elbette, aynı emekçilerin “yepyeni ve basit zihniyetleri ve sert kararlılıkları” ile nasıl tarih yazmaya hazırlandıklarını da hiç anlamayacaklar.
Bu kez dananın değil, mandanın kuyruğu kopuyor.
Umut Çakır