Bazı dönemlerde yazı da söz de hafif kalır, politik ortamın ağırlığını ve çekilen acıları ifade etmeye yetmez. Emekçi sınıflar açısından durum, bir mahşer günü sonsuza dek sürecek acı veya mutluluğun belirleneceği o kader anını andırıyor. Artık, bu gerilime tahammülü kalmayanlar, öz kıyım yolunu seçiyor. Hava kurşun gibi ağır!

Özkıyım meselesini konu alan Cumhuriyet gazetesine demeç veren psikiyatrist Cemal Dindar, toplumun ezici çoğunluğunun ruh halini şu kelimelerle özetlemiş; “Umutsuzluk, çaresizlik, çıkışsızlık hissi...” Dindar’a göre, bu ruh halinin ardında umut ilkesinin çöküşü bulunuyor. “... emekçi sınıfların canı sistemin çarklarının dönüşüne feda olmuş durumda: Hem ömrünü feda edeceksin hem de değerini bulmayacak bu feda (...) Umut, gelecekle şimdiyi, yetişkinle genci, yaşlıyı birbirine bağlar. Utancın panzehiridir. İnsanlar öfke ve utanç kıskacında yaşatılıyorlar”.

Psikiyatrinin alışılageldik Freudcu terimleriyle kendini sınırlamayan, toplumsal psikolojiyi rehber edinen C.Dindar, doğrusu analizini yarı yolda bırakmış. Çünkü toplumsal psikoloji aynı zamanda, bir toplumun uzun süre öfke ve utanç kıskacında kalamayacağını hesaba katar. Bir noktada öfke utancı yener.

İlk bakışta oldukça karamsar bir görüntü çizen bu açıklamalar, gerçekte, burjuvazinin toplum üzerindeki egemenliğinin düğüm noktasındaki çözülmeye atıfta bulunur. Tüm baskı ve yoksunluklara rağmen, emekçi sınıfların farklı kesimlerini, ya sabır ve uysallığa, olmadı, öfkesini içine gömmeye ya da bu öfkeyi gösterecek daha uygun fırsatlar kollamak adına beklemeye iten, aynı bu düğüm noktasıdır: Umut.

İster sınıf bilinçli kesimler, ister en geri önyargılarla dolu uysal kesimler, bu umut kırıntılarından kendilerine düşen payı alırlar. Bilinçli kesimler için umut, beklemeye değer gelişmelerin ufukta her an belireceği ve beklemeye imkan tanıyan koşulların bir süre daha katlanabilir kalacağı umududur. Bilinç açısından biraz daha geriden gelenler için umut, yarının bugünden daha iyi olacağı inancıdır. Bu inanç, tarih boyunca toplumların sürekli ilerleme çizgisinde olduğuna dair, basit ve üstünkörü bir gerçekliğe dayanır. En geride kalanlar ise umudu bir mucizeye bağlama eğilimindedirler. Ya toplumu yönetenler bir anda şapkadan tavşanı çıkaracaklar ya da ilahi bir kudret cezayla sınadığı gibi, buna sabırla katlananları da ödüllendirecektir. Eğer bir umut ilkesinin çöküşünden bahsedilecekse, bunun, her düzeydeki sınıf kesimlerini kendi konumunda ve tutumunda sabitleyen ana halkanın çözülüşünü göz önünde bulundurmalıyız.

Kısacası, toplumun ezici çoğunluğunu etkileyen umudun çöküş momenti, sadece umutsuzluğun besleyebileceği çılgınca bir adımı, devrimci bir sıçrayışı hazırlar. Yeniden bir toplum, yeniden bir aile, yeniden saygın bir birey olabilmenin, utançtan sıyrılabilmenin yolu, öfkeye sarılmaktan geçer. Öfke ve utanç birbirini sürekli denetleyen unsurlar değildir, burada utanç öfkeyi büyütür ve bir aşamadan sonra utanca üstün gelir. Toplumun en bozulmuş en tortu unsurları olan lümpen çeteler bile, kendilerince, adına “racon” dedikleri bir değerler kümesine tutunmak zorundadırlar. Bu bile, hiçbir toplum kesimi ve sınıfın, uzun süre değersizleşmeye ve utanca mahkum edilemeyeceğini kanıtlamaya yeter. Lümpenlerde durum buyken, toplumun çalışan, dürüst, ahlaki ve politik tutumlarında her zaman samimi emekçileri, elbette bu değersizleşme karşısında, çok daha köklü bir tavır içine gireceklerdir.

Buraya kadar, emekçi sınıfları kıskacına alan genel ruh halini konu edindik. Gayet iyi biliyoruz ki, söz konusu bir devrimse ya da daha kesin konuşursak, bir ayaklanma gündemi ise, toplumun ruh haline bel bağlamak doğru olmaz. Çünkü çoğu durumda, toplumu saran ruh hali geçicidir; belirsizdir, hesaplamalara katılacak kesinlikten ve bilimsel somutluktan yoksundur. Bu nedenlerle, proleter sınıf öncüsü, bir ayaklanma gündemini, ruh halinden çok, sınıflar arası ilişkilerin nesnel bilgisine dayandırmak zorundadır. Eğer yukarıdaki ruh hali betimlemelerini, sınıflar arası ilişkileri ve savaşımın nesnel süzgecinden geçirirsek, göreceğiz ki, bu ruh hali, devrimci bir patlamanın ana maddesi değil, ama onun tetikleyicisi olma potansiyeline sahiptir.

Öyleyse, tarihsel sürecin tümüne damgasını vuran ve ruh halinden daha kalıcı olana, sınıflar arası ilişkileri ve savaşımın geldiği politik sınır çizgisine bakmalıyız.

 

II ... Ve Devrim Diye Okunur...

Tekelci sermayenin, gelişmelere dair ne düşündüğünü özetleyen konuşmayı bir TÜSİAD yöneticisi yaptı. Mealen şunları söyledi: Çok tehlikeli bir dönem, her açıdan 70’li yıllara geri dönülüyor...

Tekeller, 70’li yılları büyük bir korku ve travmayla hatırlar. Devrimin adeta elle tutulur hale geldiği, sermayenin tümüyle çaresiz kaldığı yıllardır onlar. Yani ekonomik ve politik çıkışsızlık, tekelci sermayenin tepesinde travmatik bir korku halesi gezdiriyor.

Egemen sınıfın bu durumu, dinci faşist iktidarı da aynı umutsuzluk çukuruna çekiyor. Yuvarlandığı çıkışsızlık çukurunda debelendikçe dinci faşizm, temsilcisi olduğu sınıfın özenle saklanan tüm karakterini, yani paçalarından irin ve kan akan o sermaye gerçeğini gözler önüne sermek zorunda kalıyor. En dar kafalıların bile, bu iktidar hakkında çizdiği tablo aynıdır: Bir avuç rantiyenin, servet sahibinin dizginsiz diktatörlüğü. Üstünkörü, ama herkesin kolayca kavrayabildiği bu duru gerçek, dinci faşist iktidarın tüm propaganda gücünü elinden aldı.

Propaganda gücünü kaybeden dinci faşizm, her adımda çıplak yakalanmanın telaşıyla, sabır taşını çatlatan, kanı beyne sıçratan cinsten gaflar yapmaya başladı. Burjuva yalanlar esas gücünü, türlü çeşit önyargıdan, dini hurafelerden, kutsanan ikiyüzlü ahlaki ve aile değerlerinden, zenginliğe karşı duyulan imrenme ve saygınlıktan alır. Eğer bu yan yolların tümü tıkalıysa, yalanları dolandırıp süsleyecek alan kalmamışsa, geriye mazeret kalır. Bugüne dek burjuva yalanları dolandırmakta ustalığını defalarca kanıtlamış dinci faşizm, ürettiği her mazerette, öfkeyi köpürtmekten başka bir sonuca ulaşamıyor. Gaf üstüne gaf yapmakta birbirleriyle adeta yarışa tutuşan dinci faşist sözcüler, karşılarında, her seferinde milyonların açık sözlü, yüce duygulu, alay dolu ve elbette öfkeyle bezeli yanıtlarını buluyorlar.

Bir zaman önce halkın kanıyla banyo yapmaktan söz eden bir insan müsveddesinin dinci faşist iktidarın bam teline basan videoları on milyonlar tarafından merakla takip ediliyorsa, bu durum, tekelci sermaye ve dinci faşist iktidarın toplum üzerine belirleyici bir etkisinin kalmadığına işarettir. Çünkü yüzdeki o şal, çoktan inmişti. Bu insan müsveddesinin ifşaatlarının ne kadarı doğru, orası önemli değil. Ama on milyonlar, dinci faşizmin en derindeki yüzünü görebilme, bunu hala görmeye yanaşmayanların suratına çarpmak için, adeta devasa bir devrimci propaganda aygıtı gibi çalışıyorlar. Korkusuzca ve açıktan...

Politik çizginin diğer kutbunda yer alan proletarya için pandemi ve kriz, çarkların dönmesi uğruna canlarının feda edilmesi anlamına geliyordu. Bu fedanın karşılığında, sermaye ve iktidarın aşağılamalarından başka bir şey görmediler. Proletarya ilk başta, bu derin krizi fazla mesai, ek iş gibi yollarla atlatmaya, ona katlanmaya çalıştı. Açlık ve işsizlik korkusu, kısa süreliğine herkesin gözünü kararttı. Oysa şimdi, tüm sabır ve katlanma çabalarının boşa gittiğini görüyor. Çalışma, bir işçiyi, ne ölümden ne de açlık tehlikesinden uzaklaştırıyor. Daha uzun çalıştıkça, ekmeğinin daha da küçüldüğünü görüyor. Üstelik evine götürdüğü tek şey, giderek küçülen ekmek değil, giderek büyüyen virüslü ölüm tehlikesi... Çektiği acı ve katlanmaya rağmen, proletarya küçük mülk sahiplerinin yaptığı gibi, sermayenin faşist devletinden ne hibe ne yardım bekledi; boş umuda hiç kapılmadı. Bu yüzden, şimdi bu sınıfta, beklentilerin boşa çıktığı anın hayal kırıklığından çok, derin bir öfke var. Ücretli köleliğin en amansız, en ölümcül gerçekleriyle yüzleşmenin derin öfkesi.

Hayal kırıklığının naif, yüzeysel, çoğu zaman geçici niteliğine karşın, derin öfke sınıfsaldır. Kendini, küçük burjuvaların sıkça başvurduğu ya da itildiği bireyden bireye şiddet ve öz kıyımla göstermez. Bu öfke, sınıfı ateşten bir zincir gibi birbirine bağlıyor, uzun iç savaşın proletarya içinde yarattığı çatlakları kapatıyor, en geriden geleni en öne fırlatıyor; cesur ve ileri çıkışları ana gövdenin izlediği bir örnek haline getiriyor. Bu sayede en köklü toplumsal sıçramaların ihtiyaç duyduğu zihinsel-moral enerjiyi sınıfın bağrında topluyor. Proletaryanın bu derin öfkesi, ancak genel hareket yoluyla kendine akacak bir kanal bulabilir. Derin öfke, sınıfın bağrında uyandırdığı özlemler ile kendi tatminini ancak toplumsal devrim içeren hareketlerde bulabilir.

Ne vakit bir toplumsal devrim gündeme gelse, küçük burjuvalar kendilerini hep aynı ikilem içinde bulmuşlardı. Barikatın bir tarafında alacaklıları (büyük sermaye), diğer tarafında borçluları (proletarya). Ve her daim burjuva katlara yükselme umudu ile, yoksul sınıflar katına düşme korkusu arasında yalpalayan bu sınıf, burjuva boş inançlarını, proletarya dahil, toplumun tüm kesimlerine yayan bir volan kayışı gibi çalıştı.

Ancak şimdi tüm küçük burjuvalar, sadece alacaklı yığıyorlar: dağ gibi yığılan borçların altında boğulmamak için, tüm birikimlerini hızla tüketiyorlar. Pandemi krizi, hemen hepsinin on yıllarca biriktirdiği şeyleri, bir yılda kemirip tüketmeye yetti. Böylece onları toplumsal devrimlerde tereddüt ve ikileme sokan koşullar yok oluyor. Burjuva sınıfa katılabilmenin çıtası artık çok yüksek; son bir yılda, onlarca yıldır biriktirdiklerini öyle hızlı tükettiler ki, hayal kırıklığından beslenen öfkeleri şimdi onları intiharlara sürüklüyor. Oysa geçmişte küçük mülk sahipleri ne zaman böyle hızlı yoksullaşma dalgasına tutulsalar, önlerindeki iki uç politik noktaya savruldular. Ya gericiliğe ya da devrimin heveskar destekçiliğine... Şu işe bakın ki şimdiki inanılmaz yoksullaşma dalgasının sorumlusu, dinci ve faşist bir iktidar. Bu iktidara karşı geliştirdikleri öfkeli politik tutum, küçük mülk sahiplerini dinci-ırkçı akımların pençesine düşmekten koruyor. Geriye tek seçenek kalıyor. Devrimci çıkış. Elbette, proletarya, ne kadar derin ve sarsıcı bir krizden beslenirse beslensin, bu sınıfın politik tutumunun sallantılı karakterini hiçbir zaman akıldan uzak tutamaz.

Ana hatlarıyla özetlediğimiz, sınıflar arası ilişki ve mücadelenin politik çizgisi, bize umut ilkesinin çöküşüyle ifade edilmekte olan toplumsal ruh halinin, nasıl bir potansiyel taşıdığını göstermeye yeter. Denildiği gibi eğer umut ilkesi yok olmuşsa, yeniden ayakları üzerine dikilmenin, enkazı kaldırmanın geleneksel yollarına da umut kalmamış demektir. O geleneksel yollardan biri politik hesaplaşmayı seçim sandıklarına havale etmekti. Oysa umutsuzluğu besleyen unsurlardan birisi, işte bu sandık yolunun sorunları çözeceğine dair umudu tüketmesidir, tersi değil.

Yakın zamana kadar, emekçi devrimci kesimler açısından, bir patlama için en uygun anı beklemenin maliyeti, katlanılabilecek düzeyde kaldı; en azından hazırlıksız bir isyanın boğuluşunun getireceği sonuçlara nazaran, var olan koşulara bir süre daha katlanmak tercih edilebilir görünüyordu. Şimdi durum hızla değişiyor ve katlanılacak düzeyi çoktan aştı. Her devrim, tarihteki büyük devrimlerden öğrendiğimiz üzere, milyonlarca emekçinin “Bundan daha kötüsü olamaz” dediği noktada sıçrama yapar. Şimdi o noktadayız. Emekçi sınıfların önünde faşist devlet aygıtıyla örülü bir baraj var, ama barajın ardında toplanan on milyonların acı, öfke ve utanç dolu çığlıkları, bir mahşer gününü andırıyor. İşte umutsuzluğun gücü, o baraj yıkacak öfkeyi patlayacak noktaya taşımasındadır.

Umut Çakır