“O’nu en iyi sen tanıyorsun, anlat” dediler ve gittiler. Oysa doğru değil.
Bir insanı en iyi kim tanır? O’nu büyüten ailesi mi; yaşamını birleştirdiği hayat arkadaşı mı; mücadele içindeki yoldaşları mı; yoksa dostları mı? Vefa gibi eğer boylu boyunca kavganın içindeyseniz, aileniz yüzünüzü zor görür; yorgun akşamların dinginliği kalır hayat arkadaşına. Yoldaşlarınla ise daha belirgin sınırlara sahip ilişkiler içinde olursun, görevler vardır, sorumluluklar vardır ve bunların belirlediği modern ilişkiler. Bir insan, tek tek hiçbiri değilken, hepsinin toplamından daha fazlası iken, nerede arayacağız resmin bütününü?
Sadece bir yerde bulabiliyoruz aradığımızı. Yitip gittiğinde, hepimizin içinde bıraktığı o boşluk var ya, orada... Ve boşluk dile gelmez...
Vefa yoldaş, kendine özgü pek çok yön barındırmakla beraber, bir dönemin komünistler kuşağının tipik bir temsilcisiydi. O kuşağın nasıl devrimci olduklarını, hangi sorunların ve görevlerin peşine düştüklerini ve kendilerin hangi alanlarda sınadıklarını anlatmak, şimdi bana, Vefa’yı anlatmanın yollarından biri olarak görünüyor.
Bu kuşak mücadele sahasına 80’li yılların ikinci yarısında atıldılar. Çoğu, 70’li yılların devrimci görkemine, henüz çocuk gözlerle tanıklık ettiler; tıpkı bir rüya gibi. 12 Eylül, rüyayı kabusa çevirdi. Kabusu yaşamamak için, rüyadan arta kalan hatıralar, belleğin derinliklerine itildi, yüreklerde küçücük bir kor parçası bırakarak. O kuşaklar için, belleğin geri gelişi, korun alevlenmesi hiç de zor olmayacaktı.
80’li yıllar “ergen çağı” olarak anılır, sadece bu topraklarda değil, tüm dünyada. Her şey ergenler içindi: Müzik, sinema, edebiyat, moda hatta ilaç endüstrisi bile... O yıllar bir şarkıcı gitarıyla stadyumlarda haykırıyordu: “Kutlayın gençliği kutlayın / ne mücadele var / ne kavga!” 70’lerin küresel devrimci dalgası bizzat gençliğin damgasını taşıyordu ve hala havada uçuşup duran tozlarını yeni yetişen gençlik solumamalıydı, onları bir cam fanusa hapsetmek gerekti. Bu topraklarda, özellikle büyük kentlerin yeni genç kuşağı, bu ablukayı yoğun biçimde yaşadılar.
Uzak taşra kasabalarında, bu kültürel abluka daha hafif hissediliyordu, oraların payına düşen, daha çok, can sıkıcı bir sessizlikti... Sıkıntıdan kurtulmanın yolu, aileyi ve taşrayı arkada bırakıp, ya merdiven altı atölyelere doluşmak ya da üniversiteye bir kapı aralamaktı. Bu kuşak, devrim hayallerini canlandıran dokunuşları, bu arayışlar içindeyken hissettiler.
Vefa gibi insanlar, kendilerine sunulan ergen kültür saçmalığıyla yetinemezdi ya da can sıkıntısına mahkum olamazdı. O’nun kuşağının pek çokları gibi, çok yönlü yeteneklere sahipti: Matematik problemleri çözmeyi severler, satranç ustasıdırlar, sportiftirler, resme, müziğe, şiire yatkındırlar. 12 Eylül’de yer altı dalgalarına karışan devrim, bir kez daha yeryüzüne dönmeden önce, o boşlukta ilk kişilik temellerini ören nesil, çok yönlülük ve yetenek çeşitliliği kazanacak zamanı buldular. Vefa yoldaşta, burada sayılanların neredeyse hepsi mevcuttu. Satrançta sırtı dönük ve aynı anda beş kişiyle oynayıp kazanacak seviyedeydi. Karakuşak sahibi bir karate uzmanıydı, incelik ve akıl dolu bir futbol oyuncusuydu; O, türküye başladığında herkes susardı. Şiir ise, hepsinin ötesinde bir tutkuydu.
80’li yıllarda bir kez daha yeryüzüne çıkmaya hazırlanan devrim, kaybettiği o geniş ilişkileri yeniden kazanabilmek için ise en yakın çevreden başladı: Kardeşlerden, akrabalardan ve komşulardan... O dönemin genç kuşağının pek çok “ablası, abisi” vardı 70’li yılların görkemini yaşayan. Ve onlar, 80’li yılların ortalarından itibaren kendilerini göstermeye başladı. Kimi hapisten çıktı, kimi yeniden toparlanan örgütsel çalışmalara dahil oldu. Zaman, ablaların ve abilerin, kardeşleri, yeğenleri, komşu çocuklarını fısıltılarla, damla damla eğitme ve hazırlama zamanıydı.
Vefa’nın kuşağının şöyle bir şansı olmamıştı: Alanlarda onbinlerin haykırdığı sloganların büyüsüne kapılıp o topluluğa dahil olmak... Eğer bir insan, muazzam zenginlikle dolu bir dünya görüşünü, ilgi çekici sloganların kılavuzluğunda öğrenmeye başlarsa, tek yanlılık ciddi bir problem olur. O kuşağı eğiten abla ve abiler ise sloganlarla başlayamazlardı; bu yüzden, önce ilkeler öğretilmeli, idealler benimsetilmeliydi. O yıllarda en çok basılıp okunan marksist kitaplar, genelde “ilkeler, temeller” gibi başlıklar taşıyordu. Abiler, ablalar, inşaata temelden başlamıştı. Devrimin pratik görevlerini konuşmak için henüz erkendi ve bu yüzden ilke ve idealler, sosyalizmin ve örgütlü mücadelenin yüceliğini ön plana çıkartıyordu. Belki kimi SSCB’yi, bir başkası Çin’i, diğeri Küba’yı ya da Arnavutluk’u örnek gösteriyordu, fakat bu yolla, kitaplardan öğrenilen ilke ve idealler o kuru sayfalarda kalmıyor, uğruna yaşamı adayacak bir tutkuya dönüşüyordu. Canlı örnekler, ilke ve ideallere hayat öpücüğü konduruyordu.
Dünyanın üçte birinin sosyalist sisteme dahil olduğu bir yaşama gözlerini açıp, komünizm kavgasına atılmanın içsel rahatlığı, Vefa’nın kuşağının, 70’li yılların devrimci kuşağıyla paylaştığı ortak bir yöndür. Daha işin en başında, pek çok şey tartışma dışıydı, bizzat tarihin cevap bulduğu sorulardı. Öyle bir dünya düşünün ki, birden çok ülkede askerler yönetime el koyuyor ve ilk yaptıları iş, Marksizm-Leninizme bağlılık yemini etmek... Bu zat-ı muhteremler, gerçekten inandıkları için değil, ama gerilik ve yoksulluğun pençesinde kıvranan ülkelerini, ancak sosyalist dünyanın yardımıyla diriliğe çıkarıp iktidarını koruyabilmeyi umuyorlardı sadece. İşte bunlara şahit olan bir kuşaktan sözediyoruz: Kesin kanaat orta yerde duruyordu. Bu mücadelede insanlık tarihinin gelişim seyri bizden yanadır; sosyalizmin zaferi kesindir; çağ kapitalizmden komünizme geçiş çağıdır ve bize düşen bu geçişi hızlandırmaktır. Bu kanaatin kişiye nasıl bir özgüven ve nasıl yüksek sorumluluk duygusu oluşturduğunu, bütün canlılığıyla Vefa yoldaşta görebilirdiniz.
Düşünün hele; konuşup tartıştığınız herhangi bir kişiye ya da siyasi hasımlarınıza “devrimci” olduğunuzu söylemek bile, tarihi, ahlaki ve etik üstünlüğü sizin tarafınıza çekebiliyordu. Hasmınıza küçümseyen bakışlarla, onun tarihin çürüyen ve yokolan tarafında olduğunu hissettirmek zor bir iş değildi. Henüz kimse sizi “Dinozor” ilan etmemişti, “sosyalizmin günahları”nın hesabını sormak için yakanıza yapışan dostlarınız yoktu. Bu üstünlük hissinin, mücadeleye yeni atılan her insanda, yüksek bir özgüven yaratmaması mümkün mü?
Daha var: Bu özgüven, bir başka duygu ve kanaate kapı aralıyordu; Sosyalizmin zaferi, öyle torunlarımıza miras bırakacağımız bir hedef değildi. Henüz kimse bu zaferi belirsiz bir tarihe, mesela önümüzdeki yüzyıla ertelememişti ve bunu hemen “yarın” istiyordu. Bu zamansal imgenin, kişiye yüksek bir sorumluluk duygusu ve inisiyatifi alma cüreti kazandırmasına şaşmamalı. Kimse kendisini, şöyle zaman zaman durup dinleneceği bir süper maraton koşusunda görmüyordu; daha çok, 110 metre engelli yarışına benziyordu, en ufak bir hataya, tereddüte tahammülü olmayan bir koşu.
Zaman imgesi gelecek yüzyıllara değil, hemen yarınlara dayalı bu gençlik, kısa yoldan 70’li yılların mirasını sahiplenip, görkemini yeniden canlandırma peşine düşmüştü. O yıllarda görülen garip bir olgunun gizemini, belki bu aceleci heveste aramak gerekir. Çoktan tarihe karışmış yahut bizzat kendilerini feshetmiş örgütler bile, bir anda yeniden canlanıveriyordu. Abla ve abilerin kulaklara fısıldadığı tarihi anlatımlar, genç beyinlerde yoğun mitolojik yansımalar yaratıyordu.
Uzaktan bakanlar, aynı sloganı haykıran onbinlerin tümüyle adanmış yaşam ve örgütlü militanlardan oluştuğunu sanır ya, o yeni kuşağın kafasında da aynı resim beliriyordu. Sanılıyordu ki onbinlerce adanmış yaşam, partili komünist, bir yerlerde bizleri bekliyor. Günü geldiğinde silahları kuşanacaklar “Vurun uşaklar, kavga günüdür!” diyecekler. Şurada dağıtılan birkaç yasadışı bildiri, burada taze bir duvar yazısı, sıfırı tüketmiş örgütleri bile bu mitolojik yansıların parçası haline getirmeye yetiyordu.
Vefa da, bu mitsel yeraltı nehirlerinin peşine düşmüştü. Fakat O’nu, pek çoklarından ayıran özgünlüğü burada ortaya çıkar. Yaş farkları, büyük kardeşlerin en küçüğü olarak yetişmek, daha en başından onu disiplinli bir yaşlama alıştırmıştı. Bu yüzden, temellerini döşediği ilke ve ideallerine denk düşen bir örgüt, ancak bir parti olabilirdi, herhangi bir fraksiyon değil: Herkesin görev ve sorumluluklarını bir tüzükle düzenlemiş, net ve anlaşılır bir programla hedeflerini ilan etmiş bir parti... Ne hedefte ne çalışma tarzında belirsizliğe yer yok. Ve daha Gürün’de, böyle bir partinin varolduğu kulağına fısıldandığında, yaşamının tüm anlamı, bir noktaya odaklanmıştı bile. O nedenle, büyüdüğü kasabadan çıkıp okumak için geldiği büyük kentte şansını şu veya bu çevrede denemeye hiç girişmeyecekti. O dönemik çok moda olan “acaba şu strateji mi doğru, yoksa öbürü mü?” tartışmalarına da hiç heves duymayacaktı.
Yine de, o mitsel boyutun, bir dönem için onu aktif çalışmadan alıkoyduğunu bilmek gerek. O, kulağına fısıldanan partiyi öyle bir yere koymuştu ki, sizin onu arayıp bulmanıza gerek yok, nasılsa o sizi gelip bulacaktır. Kulağına o partinin ismini fısıldayanın, aslında yıllardır örgütle ilişiğinin kesik olduğunu nereden bilsin?! Okuduğu kentte bütün dostlarını devrimci ve sosyalistlerden seçti, ama hiçbirisiyle yoldaş olmaya yanaşmadı. Sabırla partinin gelip kendisini bulacağı günü bekledi. Yüreğindeki kor ateş, onu hiçbir eylemden alıkoyamazdı ve öyle yaptı. Ama buralarda parti adına faaliyet yürütmeyi, o keskin disiplin anlayışına aykırı buluyordu. O sıralar çıkan yasal yayını hiç kaçırmıyor, satır satır okuyordu. Neredeyse iki yıl sürdü bu mitsel yeraltı nehrini bekleyişi.
O dönem, komünist gençliğin çıkardığı yasal bir bildiriyi, ilk kez oturduğu masada gördü. Sabırlı bekleyiş, bir anda sabırsızlığa dönüştü. Bildiriyi dağıtan yoldaşlarını bulmak zor olmadı. Bulduğunda, tarifsiz bir heyecan ve özgüvenle karşılarına çıktı. “Bu dergiyi okumak için, çok sağlam bir marksist-leninist olmak gerek.” Ağzından çıkan ilk söz bu olmuştu.
Sonrası, boşa giden zamanı telafi etden, soluk soluğa bir koşuydu, tabi bir de mitsel yansımalardan kurtulup, ayakların yere basması... Mitlerde yaşayan o muazzam yeraltı yangını yoktu, küçük kıvılcımlar vardı sadece, ama bozkırı, yeterince kuruduğunda alev alev yakmaya hazır kıvılcımlar. Dönemin devrim mücadelesine yeni atılan kuşağı, görev olarak bunu buldular önlerinde: Dar alanlara sıkışmış devrimin sesini, mümkün olan en geniş kitlelere ulaştırmak...
Hele bir halk kalabalığı içinde dağıtmaya kalk, yasal bildirilerin karşılığının polis kurşunu olduğu yıllardı. Faşizm, açık kitle çalışmasıyla geniş alanlara yayılmaya başlayan devrimi, bu çabasında başarısız kılmak için en vahşi yöntemlerle saldırıyordu. Saldırılara rağmen devrim kendi yolunu bulacaktı. O dönemin insanları, en basit sorunları bile kitlelerin arasına karışmak, onları birleştirmek, bilinçlendirmek ve ele alınan her meseleyi bir devrim propagandasına dönüştürmek konusunda büyük çaba gösterdiler. Mahallelerde su kesintileri, yapılmayan yollar ve üst geçitler; okullarda kalitesiz yemetler vs... Yani bugünden geriye bakıldığnıda “ıvır-zıvır” görülebilecek ne varsa, bir devrim ajitasyonuna malzeme yapılabiliyordu. Bunlar, henüz açık poliltik kitle eylemlerine başlamamış emekçileri bir araya getirme, dervimin sesini açık alanlarda haykırma girişimleriydi. Başarılı olduğuna, bizzat tarihi gelişmeler tanıklık eder. Devrimci duruma bu hazırlık aşamalarındana geçilerek varıldı ve o andan sonra mesele, yeni bir boyut kazandı. Bu dönemde açık çalışma yürüten Vefa yoldaş gibi pek çok devrimci ve komünist geniş kitlelerle en basit sorundan başlayarak iletişim kurma ve bir kitle hareketinin önünü açma konularında, pek çok tecrübe edindiler. İçimizden bazıları, Vefa yoldaş gibi, bu tecrübelerin zenginliği ile usta birer propagandacı, ajitatör oldular.
Onu kısa sürede öne çıkaran pek çok özgün yöne sahipti Vefa yoldaş. En başta, yüksek bir özgüven, onun ağzından çıkan her söze inandırıcılık, samimiyet ve cazibe katıyordu. Evet, bir cazibeden sözediyoruz. Siz, heyecan ve inançla konuşurken, sizi bir parça uzaktan izleyen kalabalıklar içinde pek çok insan, içten içe, sizin gibi olmayı, baş koyduğu bir davayı cesaretle savunabilmeyi arzular, fakat türlü nedenlerle ilk adımı atamazlar. Pürüzsüz bir kapasite, dile gelen her söz, ateşe verilmiş barikatlar denli çekicidir. İnsanlara, pürüzlü ve ikircikli düşüncelerinin, kendi arzu ve özlemlerini nasıl boğduğunu hatırlatır.
Propaganda ve ajitasyonda yetkinlik, Vefa gibi yoldaşlarda, doğuştan gelen bir yetenek gibi görünür. Halbu ki durum, çoğunlukla, doğal yeteneklerle açıklanamaz. Vefa yoldaş, devrime duyduğu sorumlulukla, kafasında ve yüreğinde taşıdığı ateşi herkese ulaştırma isteğiyle, çevresini devamlı genişletirdi. Varolan ilişkilerle yetinmez, gündüzünü ve gecelerini çok farklı türden insanlarla, onların bulunduğu ortamlarda geçirirdi. İnsanları bizzat içinde yaşadıkları ortam içinde tanımak, onları anlamanın birinci kuralıdır. Vefa yoldaş, onları anlar, dinler, onları gerçekten önemsediğini gösterir ve propagandayı tek yanlı anlatımla değil, karşılıklı diyalog üzerinde yürütürdü. Bu yoğun çalışma temposu, bu zengin deneyim, ona çok farklı ortamlardaki insanlarla, hızla diyaloğa girme yeteneği kazandırmıştı.
Önceden hazırlanmış, kafada tartılıp biçilmiş propaganda konuşmaları, ne denli mükemmel ifadelerle bezeli olursa olsun, diyaloğun canlılığını yaratamaz. Oysa samimiyet ve güven, diyaloğun bu canlı ritminde hayat bulur. O dönemin kısa sayılabilecek zamanda ama oldukça yoğun temposu, neredeyse tümüyle kitle içinde propaganda ve ajitasyona dayanıyordu. İşe, bir süre beklemede kalmanın acısın çıkaran Vefa yoldaş, giriştiği bu soluksuz çalışma sayesinde; önceden hiçbir hazırlık yaşamadan insanların kafasına ve yüreklerine giden diyaloglara girme yeteneği kazanmıştı.
Devrimci kitle çalışmasının yüzlerce farklı yolu var, ama öncelikle iki yol, birbirine zıtlıkları ile dikkat çeker. Birincisi, kitlelerin arasına karışan, sessiz ve gösterişsiz. “Ben buradayım!” diye haykırmayan çalışmalardır. İkincisi, kendine bir odak noktası bulur, bu noktayı çerçeveler ve sonra “işte ben tam buradayım!” diye sesini sürekli duyurmaya çalışır; kitlelerin çizili çerçeve içine gelişini bekler. Başarılı bir kitle çalışması, herlhalde, bu birbirine zıt yöntemlerin, zaman ve mekana göre değişebilen özgün biçimlerinden doğar. Ve bu sürekli değişebilen bileşimlere uygun kadrolar gerektirir. Rahatlıkla söylenebilir ki, Vefa yoldaş, bu bileşimlerin cisimleşmiş kadro örneğidir. Temsil ettiği dönem devrimciliğinin ilk başlangıcında, kendi kurum ve gettolarına sıkışıp kalmayan bir çalışma alanı bulmakta zorlanmadı. Kimi yoldaşların bir kurumda toplanıp, akşama kadar burun buruna oturup birbirlerine propaganda yaptığı anlara fazlasıyla şahit olmuştur elbet, ama bu, çok sonraki yılların hikayesidir.
Hikayenin başlangıcında, birinci türe ağırlık veren kitle çalışması, o zamanki koşulların bir sonucuydu. Pek çok çevrede devrimin genel çıkarları özel grup çıkarlarına üstün tutuluyordu. Kimse, bir başına bir kitle eylemi kotarma çabasına girişmedi, bunu yapmaya yeltenenler kınanırdı. Çünkü bir eylem, ancak tüm yapıların ortaklığıyla gerçekleşebiliyordu ve her zayıf eylem, o dönemin insanlarına, devrimin prestijine zarar vermek gibi görünüyordu. Bu yüzden henüz kimse kendi gettosuna çekilme eğiliminde değildi. Hemen herkes, ortak bir havuzda, diyelim bir dernekte, sendikada vs biraraya geliyor, bu derneği o an için kimin yönetiyor olduğundan bağımsız, alınan kararların en geniş kitlelere ulaştırmakta adeta bir yarış başlıyordu.
Günümüzde ancak olağanüstü gelişmeler varsa, adeta ite kaka biraraya gelebilen yapıların, o zamanlar günlük çalışmalarını böylesi ortaklıklar içinde yürütmeleri, o dönemi yaşamamışlara çok şaşırtıcı gelecektir. Bu şaşırtıcı durumun sebebi, 12 Eylül cuntasının ağır baskı koşulları değildi, ama şuydu: Henüz herkeste, tarihin kesintisiz akışına ve sosyalizme olan güven sarsılmamıştı: sosyalizmi ve dolayısıyla devrimi bu yüzyıl sonrasına ertelememişti. 70’li yılların görkemli mirasını bir an önce ayağa kaldırma tutkusu canlıydı. Devrimin genel çıkarlarını, özel grup çıkarlarına üstün tutan, o dönem devrimci tipolojisinin bir eseriydi. Her şeyden önce, mücadele içindekilerin ortalama yaşı şimdikine kıyasla, olağanüstü gençti; ideolojik bagajlar, ilke ve ideallerle doluydu, çoğu gereksiz tartışma ve ayrışmalarla değil.
Ve henüz daha kapı arkalarında kotarılan kulislerle kurum yönetimlerini paylaşma kurnazlığı keşfedilmemişti. Herkesin sahiplendiği ortak havuzun yönetimine gelebilmek için, en geniş kitle çalışmasını yapmak, en geniş çevrede tanınıp güven kazanmak bir ön koşuldu. Bir düşünün: O zamanki DY’ının tümüyle yönetimde olduğu bir kitle örgütünün kararları hayata geçirebilmek için, DS’nın insanları canla başla çalışıyorlar veya tam tersi. Ama şimdi kapı arkası kulisleri var ve ortak bir örgütlenmede ne denli çalışırsan çalış, yönetimde esamen okunmaz, bu da herkesi kendi gettosuna doğru çekilmeye zorluyor.
Bu arada, bir karara varmadan önce, amansız polemiklerin eksik kalmadığını, eleştirilerin havalarda uçuştuğunu belirtmeden geçmeyelim. Ama bir kez karar çıktığında, eyleme dair en sert itirazları yükseltenler dahil, görev ve sorumluluk üstlenmek için adeta birbirleriyle yarışırlardı. Vefa yoldaş, böyle pek çok toplantıda, nasıl aman tanımaz bir polemikçi olduğunu göstermiştir. Alttan almaz, geçiştirmez ya da idare etmez, polemik anlarında o, pek çok çevre için, tam bir “baş belası”dır. Ama görev ve sorumluluklar üstlenildiğinde yine herkes bilir ki, en iyi kitle çalışması Vefa’nın üstlendiği alanda gerçekleşecektir.
Derdim, otuz yıl önceye uzanan bir dönemin nostaljisini yapmak değil, Vefa yoldaşın kendini yetiştirip kanıtladığı ortamı anlatmaktı. O yıllar, herkesin yüzünü kitlelere döndüğü, onlara yönelik propaganda ve ajitasyonun günlük çalışmanın tümünü kapladığı yıllardı. Şimdi devrim hepimizden, çok daha boyutlu görev ve sorumluluklar bekliyor. Bu görevleri yerine getirirken, kimi zaman, kitle içinde propaganda ve ajitasyonun sorumluluğunu arka plana itebiliyoruz. Vefa yoldaş, meselenin bu yönünü hiç unutmadı, kendini defalarca kanıtladığı bu alanı hiç boş bırakmadı.
Yaşamını ince bir dantel gibi işlemiş bir insanın boşluğu doldurulamaz, o ince, şair ruhlu, ama volkan gibi yürek, yürüyüşümüzde artık bizimle olamayacak. Ama eminiz, tohumunu attığı filizler her yerde karşımıza çıkacak.
Umut Çakır