Günlük bir gazetede çok ilginç bir işçi röportajını masaya yatıralım. Acar muhabir, Cuma Namazından çıkan bir grup işçiyi gözüne kestirmiş. Nasıl olsa soru, herkese yönelecek cinsten: Asgari ücret için ne düşünüyorlar? Fakat aldığı cevap, haberi gazetenin sekiz sütun manşetine taşıyacak denli ciddi. Üzerinde kafa yormaya değer.
Öğreniyoruz ki, namazında niyazında işçiler de, asgari ücrete ilişkin bir cevap arıyorlar. Ama bir sendikacıya değil, gidip caminin imamına danışmışlar. Dolgun ücretli imamın söyledikleri hiç hoşlarına gitmemiş olacak ki “Nasıl insanların peşine takılıyoruz yahu!” diyorlar. Ve öfkeleri imamı aşıp, tepelere doğru çığ gibi çıkıyor: “Bugüne kadar devletimizin yanında durduk, ama evde bebeğim açsa, gözüm devleti görmez.” Sonunda ne olacağına ilişkin fikirlerini de açıklıyorlar: “Bu halk ayaklanacak!”
Birkaç kişinin fikrinin genele mal edilemeyeceğine dair sözleri çok işittik ve çok şükür can sıkıntısından ölmedik. Sınıflar mücadelesinin canlı diyalektiği, can sıkıcı mantık kalıplarını boşa çıkaracak zenginlikler sergiler. Bazen tek bir kişinin çığlığı, milyonların tutum ve duygularına denk gelir ve dünyayı yerinden oynatır; bazen on milyonların diline yapışan sözler, gerçekte kimsenin gerçek durumunu ifade etmez ve geride hoş bir seda bile bırakmaz. Devrimin diyalektiği, bu iki “bazen” arasında salınır durur. Bu yüzden, söze gelen düşüncenin hangi bağlam içine oturduğu, onu ne kadar ciddiye almamız gerektiğini belirler.
21. yüzyılın tekeller ve faşizm çağında, bir sınıfın ya da bir halkın, gerçekten ne düşündüğünü tam isabet tespit etmek giderek zorlaşıyor. Sosyal medya açık bir kanal, ama titiz bir temizlik/ayıklama gerektirecek denli çöplüklerle dolu. Açık terörist diktatörlük yöntemleriyle birleşen dijital izleme teknolojileri, emekçilerin önemli bir kısmını, gerçek tutum ve fikirlerini saklamaya zorluyor. Tekelci sermayenin en köklü partileri bile, onca imkana rağmen, halkın gerçekten ne düşündüğünü bilmezler. Onlar, daha çok, halkın neyi nasıl düşünmesi gerektiğine odaklanırlar, muazzam paralar, muazzam aygıtlarla propaganda yaparlar sadece. Anket şirketleri, esasında, sermayenin propaganda aygıtlarından biridir. Binicisine göre kişnemeye hazır anketçiler, yönlendirici sorular yönelterek, arzu edilen sonucu çıkarmadan oldukça maharet sahibidir. Onlar, kamuoyunu araştırmazlar, tersine, kamuoyu oluştururlar.
Pek çok kere hatırlattığımız Lenin’in sözlerini bir kez daha analım: En iyi örgütlenmiş komünist partiler dahi okyanusta bir damladır; en fazla birkaç yüz bin işçinin, emekçinin tahayyülünü hesaba katabilirler. Oysa bir devrimde on milyonların tahayyülü rol oynar, böyle diyor Lenin. Bir başka deyişle, milyonların tahayyülünün yani özlem ve istekleri için iradelerini ne zaman, hangi olayla harekete geçireceğinin tam tespitini yapmak, olsa olsa, yıldız falcılarının işi olabilir.
Ancak, her Leninist, milyonların tutum ve duygularındaki değişimi izlemek ve bunu hesaba katmakla yükümlüdür. O nedenle, halihazırda içimizde olan insanların ya da etkimiz altındaki az çok daha geniş bir çevrenin ne söylediklerinin ötesine geçip, milyonların nasıl bir tutum ve duygu içinde olduklarının ipuçlarını elde etmek, devrimin zaferini her şeyin önüne koyan her partinin vazgeçemeyeceği bir çabadır. Milyonların tahayyülünde, istek ve iradelerinde yaşanan dönüşümleri tam zamanında kavramak, ciddiyet ve cüretin göstergesidir.
Röportaj veren işçilerin söyledikleri, bu açıdan bakıldığında önemlidir. Bu insanlara sınıfın tümünü temsil etme sıfatını veremeyiz. Çünkü proletarya bilinç ve örgütlülük yönünden çok farklı seviyelere sahip. Kesintisiz mücadele içinde olanlar, henüz çoğunlukta değiller. Karşı-devrimin aktif militanlığını yapanlar da hesaba katılmalı. Geriye kalanlar yani hangi tarafta yer alırlarsa oraya üstünlük kazandıracak denli kalabalık bir proleter kesim ise, olayları uzaktan izliyor; ne devrimin ne de karşı-devrimin ilkelerinden hareket ediyor, fakat bizzat sınıfın var oluş koşullarının belirlediği çizgide bir tutum ve söylemi sahiplenmekte tereddüt göstermiyorlar. İşte, röportaj veren işçileri, sınıfın belli bir kesiminin “tipik” temsilcisi yapan, tam da bu var oluş koşullarıdır. Bu koşullar ki olağanüstü bir şiddet ve yoğunlukla eğilen omuzları, uyuşan omurları, alışkanlıkları temelden sarsıyor. Ağır yıkım ve kırım koşullarının, emekçilerin bilincine yansımasını önleyen ne kadar engel varsa şiddet dolu duygular karşısında eriyiveriyor. Ne kurumsal dinci gericilik, ne geleneksel devlet anlayışından beslenen şovenizm, varlık koşullarından fışkıran selin karşısında durma şansına sahip.
Acar muhabire konuşan işçilerin birkaç cümlede özetledikleri tutum ve duygular, yayınlarımızda bir süredir işlenen genel çerçeveyi doğrulayan hemen her şeye sahip. Bu genel çerçeveyi, devrimin artık kaçınılmaz hale gelişi ile özetleyebiliriz. Cuma namazından dönen bu işçilerde, sanki bir anda beliriveren bir politik uyanış var; bu uyanışın hızla iktidara karşı öfkeye dönüşmesi var; ayaklarına dolanan ve onları hep uysal davranmaya iten geleneksel tutumun reddi var. Ama daha da önemlisi, cesaret ve kararlılık var. Bir işçi sokakta bir gazeteciye hükümet ve genel olarak devlet hakkında veryansın ediyor, hatta bir ayaklanma kaçınılmazlığına işaret ediyor. Sıradan bir memura “gözünüz doysun” mesajı attığı için 85 yaşında gözaltına alınanlar olduğunu bilenler, bu işçilerin, sanki havadan sudan konuşuyormuşcasına bir ayaklanmadan söz etmelerini muazzam, delice bir cesaret olduğunu pekala düşünebilir. Ama bir devrim milyonların tahayyülünde böyle şekillenir. Sanki günlük, sıradan basit bir gerçeklik gibi! Bir devrim kaçınılmaz aşamaya geldiğinde, sokakta sıradan bir asgari ücret tartışmasından çıkıverir.
Hiç kuşku yok ki, sınıfın en uysal kesimlerinde yaşanan keskin dönüşümden çok daha tutarlı ve ilkeli bir tutum, sınıfın ileri kesimlerinde de yaşanıyor. Pandemiyle hızlanan yıkım ve kırımın ilk haftalarında, özellikle sendikalı işçiler, fabrikalardan, benzer cüret ve kararlılıkla bezeli yazılar gönderdiler günlük basına. Fakat bu işçilerin reformist şefleri, ileri işçilerin bu cüretini hayalcilik ve maceracılıkla suçladılar. Şimdiki manzara tam bir çelişki. Aynı gazetenin asgari ücret sorusuna sendikalı işçiler ıvır zıvır cevaplar verirken, daha geriden gelen işçiler soruya ayaklanma cevabını yapıştırıyorlar. Geriden gelenin, en öndekini geçtiği bir dönem yaşıyoruz. Hayıflanmaya hiç gerek yok. Sınıfı saran oportünist kanser, ancak bu yoldan temizlenebilir.
Eğer ki bir ayaklanma çağrısı partili işçi ve emekçilerin ağzından dökülüyorsa, bu, devrimin zorunluluğuna uygun bir propagandadır henüz. Aynı çağrı yakın çevrede yankılanıyorsa, zorunluluk kendine uygun bilinç yaratma dinamiklerini işletiyor demektir. Ama ayaklanma sözleri, hiç ulaşamadığımız kesimlerde de yankılanıyorsa, orada devrimin kaçınılmazlığından söz etmek gerekir.
Bu kaçınılmaz devrimci patlamanın genel özellikleri şimdiden belirmiştir,
1) Büyük ölçüde kendiliğinden, beklenmedik küçük bir olayın, devasa sarsıntılara yol açması biçiminde ortaya çıkacaktır; 2) Gezi’den farklı olarak, sokakta her kesimden emekçi göreceğiz; Gazi kadar Bağcılar, Mamak kadar Keçiören. Bu kez Cuma namazından çıkanlar göstericilere saldırmak yerine, onlarla aynı saflarda yer alacaklar. 3) Bu sayede ayaklanma, kısa sürede ciddi sonuçlar üretecek bir enerjiyle dolu olacaktır.
Öyleyse, hemen eşiğinde durduğumuz olaylar, muazzam dönüşümlere imza atacak çapta tarihi olaylardır. Böylesi büyük bir dalgaya hazır olmadığımızı düşünen varsa, fena halde yanılıyor demektir. Yanılgıları, hatalı bir kritere sarılmalarıdır. O hatalı kriter, devrimci proletaryanın etki çapını, yayınların ve çağrıların cevaplanma ölçüsüne dayandırma alışkanlığından ileri geliyor. Oysa Lenin, devrimci bir partinin gücünü oluşturan unsurları sayarken, o partinin çizgisine uygun hareketlerde bulunan kitlelere büyük önem verir. Camiden çıkan işçiler bile bir ayaklanmadan, yani bir devrim yoluyla mevcut iktidarı alaşağı etme gerekliliğinden bahsediyorsa, işte bir devrimci proleter partinin asıl güç kriteri, burada aranmalıdır.
Bu geniş devrimci kitle bir kez sokaklarda devrimci proletarya ile yan yana geldiğinde, kısa sürede aynı dili konuştuklarını kavrayacak ve hızlıca bir güven ilişkisi kuracaklardır. Bu açıdan bakıldığında, hazırlık problemini tersine çevirip cevaplamak daha doğru olur: Kaçınılmaz hale gelen devrimin nesnel ve de öznel dinamikleri, Leninist şiarları sahiplenme ve bayrağına işlemeye hazırdır.
Leninist şiarları her yere taşımak hayati önem kazanmıştır.
Umut Çakır