Konuya, oldukça çarpıcı geleceğini düşündüğümüz bir rakam ile başlayalım: 70 dakika, evet günde yalnızca 70 dakika!
Neden söz ediyoruz? Bu, 2018’e dair açıklanan üretim hesaplarından çıkarılmış bir rakam. İmalat sanayinde çalışan bir işçinin kendini ve ailesinin karnını doyurabilmesi için ihtiyaç duyduğu temel gıda, giysi (hadi atlamayalım) sigara ve alkollü içecek maddelerini karşılayabileceği, çalışması gereken günlük emek zamanı!
Bu satırları okuyan her sanayi işçisi şöyle haykırsa haksız mıdır?
“Nasıl bir manyaklıktır bu! Madem karnımızı doyurmaya 70 dakika yetiyor, ne diye her allahın günü eşekler gibi en az 8 saat haşatımız çıkıyor?” Kaba ifadeleri maruz görün ama kafasına balyoz yemiş her işçinin, buradakinden çok daha sunturlu laflarla isyanını dile getireceğinden eminiz.
Madem 70 dakika yetiyor neden en az 8 saat haşatımız çıkıyor? Soru basit, cevabı da öyle. Ama soruya verilen cevap, şu an insanlığın boğuştuğu karmaşık felaketlerin nedenine ve kurtuluş yoluna esin olacak kapsamdadır. Hele ki, insanlığın ezici çoğunluğu türün devamı için sistemin kendisini ameliyat masasına yatırdığı şu günlerde.
Türün devamı (veya pandemi konjonktürü) meselesine girmeden evvel, 70 dakika rakamına nasıl ulaştığımıza açıklık getirelim.
Kuşkusuz meraklı ve sorgulayıcı okurlar, ikna edilmeyi bekler ve hak ederler. Aslında ne öyle karmaşık algoritmalardan ne de titizlikle saklanan hesaplardan derlendi bu rakam. Tersine herkesin kolayca ulaşabildiği bir kaç gazete haberinden yararlandık.
İstanbul Sanayi Odası’nın 2018 verilerine göre en büyük 500 sanayi firmasında, emeğin üretilen katma değerden aldığı pay %44 (19.09.19 tarihli Cumhuriyet Gazetesi) Kaba bir hesapla, imalat sanayinde 8 saat çalışan bir işçi ücretinin karşılığını 3,5 saatte üretmiş, geri kalan 4,5 saat patronun cebine akmış. Patronlar işçiden sömürdükleri kazançların %60’ını borç ödemeye ayırmış. Yani her sanayi işçisi, günde en az 2,5 saat bankalara çalışmış bedavadan.
Devam edelim: İstatistik verileri grafik hale getiren 28.07.18 tarihli Cumhuriyet Gazetesi, emekçi hanelerde harcanabilir (vergiden sonraki) gelirin %30’unun gıda, giyecek ve sigara, alkollü içecek için ayrıldığını haberleştirmiş. 3,5 saatin %30’u, yaklaşık 70 dakikadır.
Her emekçi bilir ki, yalnızca karın doyurarak emek gücünü yeniden üretemez, konut giderleri var, sağlık, ulaşım, haberleşme vs. derken elde avuçta ne varsa harcanır. Gelin gıda dahil, bütün bu temel ihtiyaç harcamalarının kapitalizm altında nasıl akıl dışı şişirilmiş noktalara ulaştığına bir bakalım.
Tekelci kapitalist sistemde gıda tedariki, toprağa ve ticarete hakim bir kaç büyük tekelin kontrolündedir. Sermayenin kar dinamikleri bu konuda öyle ahmakça yollara sapar ki, örneğin İstanbul’un yanı başındaki Trakya ve Çanakkale’nin sebzeleri tırlara yüklenip Kapıkule’den çıkış yaparken, İstanbullu, Torosların ötesinden gelen kamyonların yolunu gözler. Ve arada binlerce kilometrelik paralı duble yol, geçenin yüz, geçmeyenin 200 lira verdiği Delidumrul köprüleri dikilmiştir. O yüzden büyük sanayi şehirlerinde yaşayan proletarya, tarladan 1 liraya çıkan domatesi, tezgahta 4 liraya almak zorunda kalır. Son yedi yılda gıda fiyatlarındaki artış genel fiyat artışının iki katı. Bunun nedeni tarlayla tezgah arasına egemenliğini kuran bir kaç büyük tekeldir. Bu açıdan bakınca, 70 dakika bile şişirilmiş bir zaman dilimi gibi görünüyor, ama daha bitmedi.
Market raflarını dolduran hazır gıda, içecek, temizlik malzemesi vs gibi temel ihtiyaç maddelerinin üretimi, dünya çapında 9 dev tekelin (P&G, Unilever, Nestle, Colgate vd) hakimiyetinde. Dev tekeller arası süren sıkı rekabet, reklama ve ambalaja harcanan muazzam maliyetlere sebep oluyor. Sadece bir örnek verelim. Raflarda 25 TL’ye satılan bir şampuanın fabrika çıkış maliyeti 4-6 lira arasında. Gerisi pazarlama, ambalaj, reklamlarda oynatılan şöhretlere ve profesyonel yöneticilere ödenen astronomik rakamları karşılıyor. Ve böylece bu ikinci adımda da 70 dakikanın fazla olduğunu düşünmemek elde değil.
Sırada konut giderleri var. Yukarıda sözü edilen gazete haberine göre emekçilerin gıda harcamasına denk, kira, elektrik, su, ısınma harcaması yaptığı anlaşılıyor. Yani bir başka 70 dakikayı bu ihtiyaçlarını karşılaması için çalışmak zorunda kalıyor. Eskiden fabrikaya en yakın bir araziye bir iki ayda geri ödenecek az bir borçla “gecekondular” dikmek mümkündü. Bu olanak sayesinde kentleri çepeçevre saran gecekondu semtleri çıkmıştı ortaya. 90’lı yıllardan itibaren (Bu işlerin öncüsünün CHP’li belediyeler olduğu akıldan çıkmasın) bu gecekondu semtleri teker teker ortadan kaldırıldı. Kaldırılmasalar dahi, az ötelere dikilen devasa bloklar tüm çevre arazilerin fiyatlarına tavan yaptırır ve kiralar füze misali fırlar. İnşaata yatırılan sermaye durduğunda, devrilen bisiklete benzer. O yüzden şimdilerde İstanbul’da 2 milyonu aşan bir konut fazlası var, yani bomboş duruyorlar ve biraz ötedeki emekçi mahalleler, boş duran dairelerin fiyatları düşmesin diye aşırı şişkin kiralara mahkum bırakılıyor.
Ulaşım sorunu da konut sorunu ile bağlantılıdır. Kapitalist işleyişin koşulları, emekçileri en ucuz ve dolayısıyla kentlerin en uzak arazilerinde ikamete zorlarken, fabrika ve işletmeler, ulaşımı en rahat. liman ve karayollarına en yakın arazilerde kurulur. Kent büyüdükçe aradaki mesafe açılır. Bu yüzden Esenyurt’ta oturup Topkapı’ya, Pendik’te oturup Ümraniye’ye çalışmaya giden milyonlar her sabah ve akşam kendilerine ait 2 saati eziyetli ve pahalı bir yolculuğa harcamak zorunda kalırlar.
Elektrik, su, doğal gaz vs için ödenenlere gelirsek, bunlar temel alt yapı faaliyetlerine dahildir. Ve bu altyapı, bir kez kurulunca, bakım masrafları dışında bir maliyet çıkarmazlar. Ve bu alt yapının kurulum maliyetleri zaten bizzat emekçilerden kesilen vergiler tarafından karşılanmıştır. Madem öyle, kirayı aşan faturalar da neyin nesi? Cevap; kapitalist rant biçimi kardır. Doğal kaynaklar kullanılarak elde edilen elektrik, doğal gazın değeri aynı miktar enerjiyi içeren kömürün değerine eşitlenir. Yani kömür enerji piyasasının eş değeridir. Bu yüzden elektrik ve doğalgaz ne denli ucuza mal edilmişse aynı miktar enerjiye sahip pahalı kömüre endekslendiği için muazzam miktarda kapitalist rant içerir. Eskiden bu rantın tamamına hükümetler el koyardı. Şimdilerde ÖTV-KDV yoluyla rantın önemli kısmını yine almaya devam eder, geriye kalan rantı ise dağıtım tekellerine devretmiştir. Öyle tatlıdır ki şu yağma Hasan’ın böreği, tüm enerji tekelleriyle tüm burjuva hükümetler yapışık ikizler haline gelmiştir. Şu ikinci 70 dakikayı da fazladan çalıştığımız ne kadar açık değil mi?
Bugünlerde “Yaşamak İstiyoruz” haykırışları her köşede yankılanan işçiler, ellerinin altında bulunan üretkenlik yetisiyle nasıl mükemmel bir yaşam kurabileceklerini görebilirler. Patronlar ve bankalar için 4,5 saat çalışmaktan kurtulun, bunun için fabrikalara ve bankalara el koyun. Geri kalan 3,5 saatin çoğunu sizlerden şişirme fiyatlarla, rantla, kirayla çalan tekellere yaşanacak binalara el koyun. Boş duran daireler uğruna çileden çıkaran kiralardan kurtulun. Ama hepsinden önce sizinle sermayenin çaldığı zenginlikler arasına giren devlet aygıtlarını parçalayın, proleter sınıfın hegemonyasında, tüm emekçi sınıflarla birlikte yeni bir yönetim aygıtı inşa edin.
Kuşkusuz işçi ve emekçilerin yönetim aygıtı da vergi toplamak zorundadır. İnsanlığı pandemi, iklim ya da kıtlık felaketlerinden kurtaracak, bu da yetmez, eğitimi, sağlığı, ulaşımı, enerji tedariklerini güvenceye alacak bir yönetim için gereklidir vergi. Tüm bunlar, her şeyi yeni baştan kurarak değil, hali hazırda işleyen altyapıya el koyarak mümkündür. Bunun için sizden en fazla 70 dakika daha çalışmanız istenir.
Ve böylece günde azami 3 saati geçmeyen bir iş günüyle bile hali hazırdaki üretkenlik, insan türünün gıda, sağlık, eğitim, barınma, ulaşım ve iletişim ihtiyacını karşılayacak bir üretim gerçekleştirebilir. Eve hapsedilen kadın emeğinin ve işsizliğin çözümü de bu 3 saatlik çalışmadadır.
Kimi zaman, bir sorunun analizi için çözümü göstermek yeter. Pandemi ile sarsılan insanlık, üst üste yığılan en karmaşık sorunlarını, en basit çözümü göz önünde tutarak aşabilir.
Sorunlar iyice karmaşık hale geldiğinde şairin dediği olur: “En iyi kafaların ne kolay yanılması...” bakınız, Ergin Yıldızoğlu, bunaltıcı pandemi günlerinde enseyi nasıl da karartmış: “Kötü zamanlardan daha kötü zamanlara geçerken sosyalist hareketin çoktandır işlemeyen geleneksel politikaları, şimdiden tamamen işlevsizleşecek.”
Sosyalizmin “geleneksel”(?) politikası, her sorunu sınıf temelinde çözmektir. İşçi sınıfı, Ergin Yıldızoğlu gibi kitaplardan değil, ama üretimde bu konumunun ona kazandırdığı içgörüşle, karmaşadan uzak, duru, yalın, net bir tutum alıyor. Şimdilerde her yer de yankılanan proletaryaya ait “Yaşamak istiyoruz” haykırışının, tam da kapitalizmin “Üretim için üretim” temelini yıkan ve onun yerine “Yaşamak için üretim”i koyan tahayyülünü görmek çok mu zor.
Pandemi, kapitalist üretimin esasını oluşturan “Üretim için üretim” ilkesini öyle çıplak, öyle acı verici biçimde teşhir etti ki, “Çarklar dönmeli” diyen hükümetleri öyle bir nefret tufanıyla karşıladı ki, bu tufandan proletarya toplumsal devrimin zaferiyle çıkamazsa, tarihi bir fırsatı tepmiş olacak.
İnsanlığın kurtuluşu, işçi sınıfının kurtuluşundan geçiyor. İnsan türünün devamı için kavgaya atılan proletarya, zaferle birlikte neler kazanacağını bilmeli, o 70 dakikayı aklından çıkarmamalı. Bu her işçiye çok daha kararlı bir mücadele için esin kaynağı olacaktır.
Umut Çakır