“Fransızların bu dur durak bilmeyen küçük panikleri -paniğe kapılıyorlar, çünkü sonunda gerçeği duymak zorunda kalacakları anın gelmesinden ödleri kopuyor- insana Terör Dönemi [Büyük Fransız Devriminin en kanlı dönemidir. çn] konusunda çok daha iyi fikir veriyor. Biz bunu, terör öğütleyen insanların egemenliği diye anlıyoruz. Tam tersine, bu, terör felaketine uğramış insanların egemenliğidir. Terör daha çok, korkuya kapılmış insanların, kendine güven tazelemek için giriştikleri süreğen, yararsız gaddarlık anlamına gelir.” (F. Engels; Marx’a 4 Eylül 1870 tarihli mektup)
-I-
Bilim görünenin ardındaki özü ortaya çıkarmak için vardır. Toplumda, görünen-sunulan ile gerçeklik arasında, bu denli bir aykırılık, ancak tarihin özgün dönemlerinde ortaya çıkabilir. Bu noktada, diyalektik bir dokunuşla şu sonuca varmak kolaydır: Sınırlarını zorlayan bu aykırılık, görünenin ve özün birbirinden bağımsız ve birbirini yok etmeye yönelen gelişimlerinin son halkasıdır.
Daha açık konuşalım: Bu topraklarda görünen, aynı zamanda “sunulan”dır. Çünkü tekelci sermaye egemenliği altında, görüneni oluşturan, birleştiren öğeler, tekelciliğin eli altındadır; tüm medya ve propaganda aygıtları, satılmış uzmanlıkları ve kanaatleriyle kamuyu oluşturan tüm o insanlar ve onlara ait kürsüler vb. Şimdi bu borazancılar korosunun, başka bir ses duyulmasın diye kulakları patlatırcasına üfledikleri çatlak notalar şu manzarayı çiziyor: Ekonomide işler yolundadır; egemenliğin tüm aygıtları, birlik halinde, gayet sağlam işlemektedir ve egemen sınıf bu temelden devşirdiği güç ve özgüvenle, devrimi son kırıntısına kadar yok etmeye hazırdır. Çatlak notalarla beyni dumura uğramış küçük-burjuva siyaset erbabı, bu manzarayı şöyle tamamlıyor: Her planları tıkır tıkır işleyen egemenler, emekçilerin her hakkına saldırmakta; emekçiler çaresizlik ve umutsuzluk içinde çırpınmakta ve tüm toplum tam anlamıyla “nefessiz” bırakılmakta. Egemenin saldığı korku ve onun kendisini hoş göreceği umuduyla dolu kuru bağırsaklardan, başka bir performans beklenemezdi.
Görünen-sunulanın aksine; ekonomideki yapısal krizin bir yapısal dağılma ve tasfiyeye doğru büyüdüğünü; bu dağılmanın tekelci sermayede ciddi özgüven kaybına neden olduğunu ele almıştık. Gerçekte, tekelci sermaye ve onun dinci-faşist iktidarı, kafası kesik tavuk misali, her taşa çarparak, düşe kalka, bir ayakta kalma mücadelesi veriyor. Onların bu süreğen ve yararsız gaddarlığı, Engels’in deyimiyle, bunu “öğütleyen” insanların tasavvurundan değil, ama korkuya kapılmış olmaktan, “sonunda gerçeği duymak zorunda kalacakları anın gelmesi”nden ve kendine özgüven tazeleme ihtiyacından doğuyor.
Görünen-sunulandan, öze-gerçekliğe doğru adım atınca beliriveren “güçsüzlük”, elbette, göreceli bir kavramdır. Evet, tekelci sermayenin egemenlik aygıtı, geçmişle kıyaslanınca, pek çok açıdan daha ileri bir tahkimata sahiptir: Polis daha kalabalık, daha donanımlı, ordu da öyle, propaganda aygıtı hiç nefes aldırmadan, yirmi dört saat iş başında; bastırmanın her türlüsü için gereken tüm kadro, aygıt, zindan, yetki vs. hepsi tam. Ancak, geçmişle kıyaslandığında daha ileri tahkimata rağmen, bu güçsüzlük, devrimin tüm bunlardan daha büyük etkiye sahip bir “stratejik” tahkimata ulaşmış olmasından kaynaklanıyor.
Devrimin, “stratejik” tahkimatını, şu üç öğe belirgin hale getiriyor:
1- Ekonomideki yapısal dağılma; en geriden gelenler dahil, toplumun mümkün olan en geniş kesimlerini dinci faşist iktidara karşı görülmemiş bir öfke selinde birleştiriyor. Stratejinin birincil halkası olan sınıflar ittifakı, bu yoldan sağlama alınıyor.
2- Aynı ekonomik buhran, işlerin bilinen; parlamenter ya da barışçıl bir uzlaşmayla hal yoluna koyulabileceği umudunu yok ediyor ve emekçi milyonları adeta arkalarından bir isyana doğru sürüklüyor. Bu, stratejik halkalara hareketlilik, etkinlik kazandıran taktiksel meseleyi, yani hangi yoldan yürüneceğini pratik üzerinden kesinleştiriyor.
3- Özgüvenini kaybeden egemen tekelci sermaye, iç kavgaların önüne geçemiyor ve bu iç kavga boyutlanarak, devrime karşı toplanmış tahkimatı, güvenilemeyecek bir aygıtlar yığınına dönüştürüyor. Ve böylece, hareket halindeki stratejik taktiksel bütünlük, önüne dikilen bayrağı, yarıp geçme olanağına kavuşuyor.
İçinden geçtiğimiz günlerde, devrimin stratejik tahkimatını özel olarak güçlendiren öğe, bu sonuncusudur. Dinci-faşist iktidarın, CHP şahsında, burjuva-gerici muhalefete karşı giriştiği süreğen yıldırma operasyonları pek çok açıdan devrimin tahkimatına yarıyor. Birincisi, devrim karşısında burjuvazinin acil ihtiyaç duyduğu birlik (buna “iç cephe” adını veriyorlar) baltalanıyor ve sermayenin korku ve güvensizliğini körüklüyor. Ama bundan daha önemlisi şu: Gerici muhalefetle kavga sertleştikçe, mesele “kayıkçı dövüşü”nü aşıyor, burjuva muhalefet önüne kitlelerden örülü bir duvar çekip kendini korumaya yöneliyor. Ve bu çırpınışla yaptıkları çağrılar, devrimin kararsızlık ve yalpalamayla damgalı kesimlerinin dikkatini sandıklardan uzaklaştırıp nihai hesaplaşmanın arenası isyancı sokaklara doğru çekiyor.
Eğer egemen sınıf arası iç kavga yeterince sert geçmeye başlamışsa, hiçbir güç emekçi toplumun ciddi bir kesiminin bu kavganın arenasına dahil olmasını ve sızmasını önleyemez. Çünkü kapitalizm altında emekçi sınıfların bir kısmı her zaman burjuva önyargılarla dolu olmaya devam eder ve daha geniş bir kesimi ise bu önyargılardan henüz tamamen kurtulamazlar. Fakat tam da bu dolu ve yarı-dolu önyargılar, egemen sınıf arası çatlağın büyümesine yol açan büyük kavgalara vesile oluyor. Geçmişin ölü hatıralarıyla dolu önyargılar, bunların iki farklı yorumunu masaya yatırmış canlı, diri bir kavganın ortasında, önyargıların kendisini parçalıyor ve onu geleceğe yönelik devrimci bir tahayyülün büyüdüğü gübre yığınına dönüştürüyor. Ve eğer olağanüstü baskı ve yıldırma yeterince uzun bir dönemi kaplamışsa, sadece burjuva önyargılara değişik düzeyde sahip olanlar değil, onlarla birlikte, farklı olgunluk seviyesinde devrimci bilince sahip emekçiler de kendilerini burjuva iç çatışmanın içine doğru çekilirken bulurlar. Çünkü, bu koşullar altında, orası, artık bir “nefes molası” alanıdır.
-II-
Özü-gerçeği, görünenin-sunulanın altında boğmak çabasında tekelci sermaye yalnız değil. Elbette, küçük burjuva reformizmi işbaşında. Ve bu tayfaya inanacak olursak, her tarafa yumruk sallayan dinci faşizm, toplumu tamamen “nefessiz” bırakmıştır. Oysa toplum, hele ki uzlaşmaz çelişkilerin huzursuzluğunda, tarihin hiçbir döneminde nefessiz kalmaz, mutlaka bir yolunu bulur. Şimdi o yol eylemdir, isyanın ve genel bir ayaklanmanın mayalanmakta olduğu sokaktır. Evet, dinci faşizm şimdi her direnç noktasını, itirazı vs. susturuyor, tutukluyor, olmadı kayyum atıyor. Ama emekçilerin buna verdiği yanıt net: Mademki, sözümüz kesiliyor, öyleyse eylemimiz konuşsun: Şimdi küçük-büyük her sokak eylemi, emekçi toplumun nefes alma refleksi kadar doğal bir olgu haline gelmiştir.
Nefes almayı, yani canlı-etkin yönünü, söze-itiraza-protestoya değil, açık kavgaya döken her toplum, geleceğe dair umudu, hedefi ve tahayyülü de bu kavgadan devşirmeye başlar. Ve bu canlı-etkin yönden, burjuva muhalefet bile kendini sıyıramaz. Egemen sınıfın iç kavgası emekçi sınıflar için hem nefes alma ihtiyacını gideriyor, hem de bu kavgada önyargılarını parçalayıp kendi sınıflarına özgü tahayyüllerinin gelişiminde emekçilere yardımcı oluyor. Bakın hele CHP’nin en gerici ağızlarından çıkan sözlere: Biri diyor ki, “Kurtuluş yok tek başına…”; ondan daha gerici olan bir başkası, bir ara coşa gelip, “Silivri’yi Kapatalım” mücevherini yumurtlayıveriyor. Ve eylem alanında burjuva önyargılarını sınamadan geçiren emekçi kitlelerden en coşkulu alkışı, bu sözler devşiriyor. Ortada bir anlık, ne sandık seçim muhabbetlerinin can sıkıntısı, ne de yasal-mevzuat kuruntularının karanlık uçurumu kalıyor. Nefes alan kitle ciğerlerine en çok devrim havasını kabul ediyor, sadece onu buyur ediyor.
Nihai bir hesaplaşmaya doğru ilerlediğini sezinleyen emekçilerin, “Kurtuluş yok, tek başına...” sloganında gördükleri, direnişin ötesine yayılan bu tahayyüldür. Çünkü slogan bir kurtuluşu ifade ediyor; var olanı savunmaya çakılı bir çizgiyi değil, onu yıkan ve yeniden yapan bir tahayyülü harekete geçiriyor. Kitlelerin bu sloganı şimdi böylesine heyecanla sahiplenmeleri, direniş çizgisinin ötesine geçişin bir özetidir.
Kuşkusuz, bilimsel sosyalizmi, Leninizm’i rehber edinmiş öncüler için “Kurtuluş yok, tek başına…” sloganı bir devrim şiarı değil; olsa olsa bir kavga bir eylem ya da bir ajitasyon çağrısıdır. Çünkü ne apaçıktır ne iki anlama gelmeyecek bir hedefe atıfta bulunur, ne de sınıf bilincini keskinleştirecek “dost-hasım” ayrımına işaret eder. Oysa, sloganlaştırılan şiirinde Brecht, aç yığınlara hitap eder, orada bu çağrı sınıfsal bir temelle bütünleşmiştir. Uzun yıllardır bu çağrıyı sloganlaştıranlar, onu bu sınıf bütünlüğünden ayırdıkları için (çünkü sloganın kendisinde bu bütünlük göze çarpmaz), gelinen noktada, keskin kavgalara sürüklemekten kurtulamayan burjuva muhalefeti de içerecek bir gevşeklik kazanmıştır.
Ancak bir devrim, proleter öncünün sloganlarına ve şiarlarına erişim için, doğrudan olduğu kadar, dolaylı ve zikzaklı yolları da döşer. Devrimin büyük kitleleri bu zikzaklı yolu izleyerek, proleter çizginin açık seçik şiar ve sloganlarına erişebilirler. Şimdi, gelinen aşamada “Kurtuluş Yok Tek Başına…” çağrısı, bir geçiş köprüsü vazifesi görüyor. Bir “kurtuluş” tahayyülüne yataklık ettiği kadar, burjuva muhalefetle birleşme çabalarına da yataklık ediyor. Emekçi sınıfların kendilerine özgü “kurtuluş” tahayyülü ile, gerici burjuva muhalefetin “paçayı sıyırma” tahayyülü karşı karşıya geldikçe, bu slogan, emekçi sınıfları proleter çizgiye doğru taşıyacaktır. İşte, “Silivri’yi Kapatma” çağrısı, bu iki tahayyülün çatışma noktasında beliriverdi.
Silivri’yi kapatma hedefi, “Zindanlar Yıkılsın Tutsaklara Özgülük” şiarının oldukça silik bir gölgesidir. Ama, nihai kapışmaya hazırlanan emekçiler için, heyecanı, coşkuyu ve kararlılığı arttırmanın bir vesilesi oldu. Politik olarak bayağı, Kürt halkına düşmanlığı kusan birkaç ezber cümle dışında bomboş bir şahsiyetin M. Yavaş’ın ağzından bu çağrının dökülmesi, muhtemelen bir “boş bulunma” anına denk geldi. Ama her rastlantı gibi bu da zorunluluğun bir ifadesidir. Görünenin-sunulanın özle-gerçekle bu denli aykırı düştüğü bu tarihi kavşakta, benzer pek çok ironik anlara rastlayacağımızdan kuşku yok. Bir zindanı kapatma çağrısı, “paçayı sıyırma” peşindeki burjuva gerici muhalefetin yasal-mevzuata değil, ama bu mevzuata içerik ve işlerlik kazandıran bir egemenlik aygıtına yönelen çağrısı, bir başka açıdan da ironiktir. Umudu bir “direniş ilkesi” sayarak, var olanı koruyup savunmakla yetinen tüm küçük-burjuva reformizminin karşısına burjuva gericilik kendi arzu hilafına rağmen bir yıkıcı-yeniden kurucu ilkeyi temel alan bir umutla çıkıyor. Çünkü küçük-burjuvaların tersine, kendini asla boş hayalle kandırmayan bir sınıfın, tekelci sermayenin hoş temsilcisi gerici muhalefet, paçayı sıyırabilmek adına kitleleri gerçekten kendine kalkan yapmak istiyorsa, onların yıkıcı-yeniden yapıcı tahayyülleriyle harekete geçme derecesine ulaşmış etkinliklerine ihtiyacı olduğunu biliyor. Direnişin değil, yıkıcı-yeniden yapıcı bir tahayyülün, bu kitleyi etkin bir özneye dönüştürebildiğini görüyor, “paçayı sıyırma” telaşıyla apaçık görünen bu eğilime hitap etmekten kendini alamıyor.
Özetle: Burjuva iç cephenin her kavgası, bir tarafı, ancak devrimden aşırılıp çarpıtılmış, silikleştirilmiş sloganlarla hareket etmeye ve devrimin özlemlerine yaslanmaya zorluyor. Ne tutarlı olabilirler bu çizgide ne de sonuna kadar gidebilirler. Aksine, ilk kritik virajda terki diyar ederek, devrimin yeminli düşmanları olma yüzünü sergilemekten kaçınamayacaklar. Bundan, burjuva gerici muhalefetin çağrılarına koşturan, devrimci bilince bir şekilde bulaşmış emekçi kitlelerin de bir kuşkusu yok. Acı tecrübelerin yoğun düş kırıklığı, kuşkusu olanları uyandıracak sertlikte. Tüm bunlara rağmen, Engels’in ifade ettiği gibi, öyle bir gelişme aşamasına varmış bulunuyoruz ki, iktidarıyla, muhalefetiyle, tekelci sermaye devrim için çalışıyor. Dinci-faşizm süreğen ve yararsız gaddarlığıyla sözü-direnişi-mevzi kavgalarını nihai hesaplaşmanın arenasına doğru sıkıştırırken, sertleşen iç kavgada gerici burjuva muhalefet, kitleleri kendine kalkan yapma çabasında, sözün bitip nefesin kesildiği yerdeki eylem arenasına yataklık ediyor. Ve bu muhalefet, hesaplaşmanın kaçınılmazlığını-ertelenemezliğini sezinleyen kitleyi, ancak devrimin özlemlerinin silik bir kopyasıyla coşturabiliyor.
Ne derler? Her kopya aslını parlatır, belirginleştirir.
Umut Çakır
10 Şubat 2025