Kimsenin kuşkusu yok hem nesnel koşullarıyla, hem öznel aktörleriyle, hazırlığı uzun yıllara yayılan bir ayaklanma süreci içindeyiz. Bu iki yönlü hazırlığın adım adım olgunlaşmasına okurlar aşinadır.
İktidarı ve muhalefetiyle tekelci sermaye sözcüleri, bir toplumsal patlamanın korku ve endişesiyle birbirini uyarıyor, tehditler savuruyor ve bu korku iklimini aşağılık pazarlıklarına meze yapmaya çalışıyordu. Emekçi sınıflar ise “Sular bulanmadan durulmaz” basit kanaatiyle, uzun süreçte kuşatma altına aldıkları dinci faşizmin kalelerine saldırabilmek için bir gedik açılmasını bekliyordu. Devrim, adeta bir sıçrama tahtası üzerine dizilmiş, o tahtayı tutan son ipliğin kopuşuna dek sabrını, metanetini test ediyordu.
Herkesin beklediği oldu. Ama kimsenin beklemediği çapta, beklemediği hızda ve ummadığı biçimlerde.
Bu yazıda, 19 Mart'ta patlak veren ve uzun tatille ilk perdesini kapatan ayaklanmanın genel özelikleri, Gezi (Haziran) ayaklanmasıyla farkları, onun içeriği ve biçimi arasındaki aykırılıklar; ayaklanmayı yöneten üç temel fikir ve bunların devrimci proleter şiarlarla bağlantıları ele alınacak. Sonra, devrimci proleter şiarların, ayaklanma içinde beliren fikirlere nasıl yaklaştırılacağına ilişkin öneriler sunulacak. En sonunda, ilk perdesini kapatan ayaklanmanın geldiği nokta ve geleceği tartışılacak.
I
Ayaklanmanın apaçık görülebilen özelliklerinden, onun niceliğinden başlayalım. Mart ayaklanması harekete geçirdiği kalabalıkların büyüklüğü yönünden, şimdilik, Gezi'ye denktir. Sadece İstanbul'da meydan meydan, semt semt, sokak sokak süren eylemlere katılanlar, Gezi günlerinden geri kalmadı. İzmir, Ankara metropollerinin yanı sıra, yüzden fazla ilçede de sokak eylemleri görüldü. Sürpriz, dinci faşizmin sağlam kaleleri sayılan kentlerde, ısrarlı, inatçı bir kitle eyleminin doğuşundan geldi.
Ayaklanmanın ilk perdesinin ortaya koyduğu nicelik özelliğinin ne anlama geldiğini anlamaya çalışalım. Her nicelik bir niteliğin dışa vurumudur ve her nitelik kendini bir nicelik sınırları içinde gösterir. Ayaklanma neredeyse tüm üniversitelere yayıldı ve sokaklar gençliğin sınır tanımaz taşkın enerjisiyle alevlendi, onlara kısmen emekçi semt gençliği eşlik etti. Bir süredir topluca meydanları dolduran emekliler, daha sakin alanlarda, miting meydanlarında boy gösterdiler. Toplumun en genç ve en yaşlı, aktif öğeleri, ayaklanmayı taşra il ve ilçelere yayan asıl güç oldular. Kısıtlı yerlerde, yoksul-küçük üretici köyüler, traktörleriyle alanlara girdiler.
Ayaklanmanın ilk perdesinin niteliğine, bu niceliksel ilişki damgasını vurdu, nüfusun yaş olarak, deneyim ve birikim olarak iki farklı kutbunu temsil eden eylemciler, ayaklanmanın iki farklı koldan gelişiminin koşulunu yarattı. Yaşlı kesim, daha barışçıl, sakin toplanmaları tercih ederken, gençlik kavgadan yana tercihi yaptı. Ne gençlik, yaşlı grubu arkasında toplayacak deneyime sahipti, ne de yaşlı kesim gençliğe ayak uyduracak kapasiteye, dile ve anlayışa.
Bu iki kutbu birleştirebilecek, deneyimi ve taşkın enerjiyi bir araya getirebilecek yapışkan güç, halen çalışmakta olan orta yaş grubuydu. Ama onlar ne gece yarılarına sarkan büyük buluşmalara ne de dizginsiz çatışma alanlarına gelebildiler. Orta yaş, daha çok, mahallelerde, sokak yürüyüşlerinde, tencere tava çalma eylemlerinde kendilerini gösterdiler. Oysa, çalışan orta yaş grubu -çoğu bugünkü gençliğin ebeveynleri- açlığın ve sefaletin bütün yükünü omuzlarında taşıyanlardır; en az gençlik kadar geleceksiz, en yaşlılar kadar çaresiz. Çalışan orta yaş grubu, çektiği sefalete denk bir çoğullukla ayaklanmada yerini alsaydı, İstanbul'un eylemci kitlesi on milyona, tüm kentlerin toplamı şimdinin iki-üç katına çıkardı.
Evladı tutuklanan bir kadın işçi durumu özetliyor: “Borçlarımızın kölesiyiz. Bir hafta çalışmasak, üç ay geriye gideriz.” Bir gerçek ancak bu kadar duru dile getirilebilir. Yarı aç bir yaşamı idame ettiren kredi kartlarına “takla attırmak”, nefes almaz bir tempoda çalışmayı gerektiriyor artık. Bu yüzden, çoğu ebeveyn, çalışan kitle, ayaklanmaya bütün gövdesi ve enerjisiyle ilk perdede giremediler. 19 Mart-bayram tatili arasında süregiden ayaklanmanın niteliği, onun niceliğini böyle belirledi. Nicel toplanmanın dışında kalanlar, bu ilk perdenin niteliğinden (çağrıların içeriği, hedefler, şiarlar vb.), kendi yaşamlarının, bu cehennemi hayatın, kökten değişimini hayal edebilecekleri bir esinlenme çıkartamadılar. Denebilir ki, proleter devrimciler için anın esas görevi, çalışan orta yaş grubunu da ayaklanmanın içine boylu boyunca çekecek hedefleri, şiarları ve esinleri ayaklanmacılara tanıtmaktır.
Ayaklanmanın dinamik, kavgacı ve ileri yanını temsil eden üniversite öğrencilerine ayrıca değinmek yerinde olur. Şimdinin üniversitelileri, küçük-burjuva özellikleri geçmişteki kadar ağır bir yük olarak taşımıyorlar. Hemen hiçbirinin sınıf atlama şansı yok, umudu ve beklentisi de. Ezici çoğunluğu asgari ücretten çalışma hayatına atılıyorlar ya da hiç iş bulamıyorlar. Halihazırda pek çoğu geçici part-time ya da tam zamanlı işlerde çalışıp, okul masraflarını karşılıyorlar. Büyük metropollerin garsonları, tezgahtarları, temizlikçileri, sipariş yetiştirenleri, okulu sürdüren öğrenci ordusundan oluşuyor. Onlar şimdi yarı-proleter ve bu yüzden ayaklanmaya taşkın enerji, kararlılık ve yeni bir yaşam tahayyülü taşıma potansiyelini fazlasıyla barındırıyorlar. İşçilere genel grev çağrısı onlardan geliyor, akademik boykotu genel grevin başlangıcı, parçası sayıyorlar. Fiiliyatta bu öğrenciler çalıştıkları mekanları terk ettikleri için, aynı zamanda bir genel iş grevi içindeler. Bu uğurda burslarını yakıyorlar, yurtlarından oluyorlar, soruşturmalar geçiriyorlar, neredeyse tüm gemilerini ateşe verip kavgaya öyle giriyorlar. Devrimci proletarya, yoksul köylüler ve kentlerin yoksul kitlelerinin yanı sıra, şimdi en yakın müttefiklerini bu öğrenci kitleler içinde bulabilir. Çalışan orta yaş kitlesini ayaklanmanın içine çekmenin ana yollarından birisi hem ekonomik boykot hem de kendi çapında grev yapan bu yarı-proleter öğrenci yığınlarına, yeni bir yaşam özlemlerine esin olacak şiarlar kazandırmaktan geçiyor.
Ayaklanmanın nicel görüntüsünün dışında kalan, ama gerçekte bu ayaklanmanın sonuçlarıyla içiçe yaşayan bir başka kalabalığı Kürt halkı oluşturuyor. Newroz alanlarını ayaklanma günlerinde hınca hınç dolduran Kürt halkı, sayısal olarak ayaklanmanın ilk evresine katılanlara yakındı. Eylemin fiili olarak kazandırdığı toplantı ve gösteri özgürlüğünden, kendi ulusal özlemlerini haykırmak için sonuna kadar yararlandılar. Ancak ayaklanmanın tam da Newroz haftasına denk gelmesi, bir ayrılığı tetikledi. Ne de olsa Newroz, Kürt halkının ulusal bilinç ve duygularının zirve yaptığı bir dönemdir. Ulusal duygular, sınıfsal bakışı baskıladı. Kürt halkı, sınıf içgüdüleriyle ulusal duygular arasındaki boşluğu doldurabilecek, fazlasıyla haklı gerekçelere sahipti. Özetle “Şimdiye dek kavgayı biz verdik, acıyı ve bedeli biz ödedik. Biraz da siz biriktirin acınızı” dediler. Bu haklı gerekçeler, sınıf içgüdüsünün yarattığı, ayaklanmadan uzak kalma rahatsızlığını bir süre için telafi etti. Ancak, Newroz haftası geride kaldı, ulusal duygular zirveden inmeye başladı ve sınıf içgüdüsü artık, bu haklı gerekçelerle susturulamaz.
II
Mart ayaklanması basitçe bir Gezi'nin tekrarı değil, öyle olmadığı daha en başından ortaya çıktı. Ayaklanma, sol-sosyalist grupların “çalışmadığı yerden” sökün etti. Emekçi nüfusun en geriden gelenleri, son yıllarda toplumsal olaylara pek az ilgi gösteren öğrenciler, eylemi ayaklanma boyutuna sıçratan enerjiyi temsil ettiler.
Gezi, örgütlü çevre ve grupların ısrarlı çağrıları, direşkenliği ve buna destek çıkan kalabalıkların desteğiyle yaratılmıştı. Gezi'de alanların hakimiyeti, politik bagajları ideolojik yüklerle, kalıplarla dolu, arkasına aldığı kitleyi hiçe sayan, hatta kitlenin bağımsız inisiyatifinden korkan bir grubun elindeydi. Tüm direşkenliğine rağmen Gezi'ye kumanda eden bu grup, devrimci iktidar hedefinden söz edilmesine bile tahammül gösteremiyordu. Sürekli savunmada kalmak, sürekli mağduriyet üzerinden meşruiyet kazanma alışkanlıkları, onları, Gezi ayaklanmasında en fazla “faşizme geri adım attırmak” noktasında saplayıp bırakıyordu.
Oysa Mart ayaklanması, en geriden gelenlerin en öne sıçramasıyla yaratıldı. Bu kez, ileride görünen, bilinçli pozlarla ortalıkta dolaşanlar, en öne sıçrayanların ardından sürüklendiler. Bu durum, eylemlere hakim olan sloganlara, küfür ve hakaret dolu ajitasyonların bolluğuna yansıdı. Denebilir ki, ilk kez devrimci bir ayaklanma bu denli çelişkili bir durumla karşılaşıyor, giriş yaptığı arena, son derece ileri içerikle dolu bir kavga arenasıydı, ama sahneye hücum edenlerin haykırışları, bu gürültülü girişi öteden beri bekleyenleri bile afallatan gerilikteydi.
Kurumsal önderlik boşluğunu burjuva muhalefet alelacele CHP eliyle doldurmaya çalıştı, ama bu, hemen hemen yalnızca Saraçhane'de mümkün oldu. Bu durumu mümkün kılan, bir tarafta geçilmez, zor Bozdoğan Kemeriydi, diğer tarafta kürsüde boş nutuklar atan Özel'e güzelleme yarışına girişen reformist soldu. Fakat, Saraçhane dışında, büyük metropollerdeki eylemlerin ana çizgisi, kurumsal değil, anonim bir liderliğe sahip oluşudur. Ayaklanmacılar, hangi saatte nerede toplanacaklarına, maruz kaldıkları yerde kürsü konuşmalarına ne kadar tahammül göstereceklerine ve nerede kavgaya tutuşacaklarına kendileri karar verdiler. Çünkü, şimdiki ayaklanma uzun yılların olayları tarafından hazırlanmıştı, ayaklanmanın özneleri partilerin çabalarından değil, olaylardan öğrenerek bugüne gelmişlerdi. Denebilir ki, ayaklanmanın kumandası, öznelere ait kolektif bellekte uzun iç savaşın biriktirdiği derslerin elindeydi. En geriden gelenler, bu olayların biçimlendirdiği öznelerdi ve girdikleri kavga arenası, Uzun iç savaşın keskin bir evresinin arenasıydı. Ayaklanmanın gerçek içeriğine uygun düşmeyen haykırışları fazlasıyla barındıran bu giriş, politik bagajları kalıplar, sendelemeler, özgüven eksiklikleri, savunmacı anlayışa ve mağduriyet üzerinden meşruiyete alışkın kurumsal sol yapıların ağırlığından azadeydi. Bu yüzden, biçimlendirilmesi daha kolay, geriliklerini hızla azaltabilecek bir esnekliğe sahip, donuk değil canlı ve yaratıcı bir enerji sağlayabilen bir ayaklanmacı tiplemesi, her yerde inisiyatifi ele aldı. Kolay, çünkü bu kitle aşılması zor donuklaşmış kalıplarla örülü değil. Kolay çünkü bu ayaklanmacı tiplemesi, olaylardan öğrenmeye alışkın. Ayaklanma sürdükçe karşılarına çıkacak her keskin viraj, Mart ayaklanmacılarını dönüştürecektir.
Gezi'den farklı olarak, Mart ayaklanması dar-yerel bir bahaneye değil, genel-politik bir bahaneye yaslanmıştır. Her ayaklanmada, ona vesile olan bahane süreç içinde ya ayaklara dolanır ya da aşılır. Gezi, kendi bahanesini kendi ayaklarına dolamakta, özel bir çaba gösteren kurumsal bir yönetime sahip olma şansızlığı yaşadı. Onlar, Gezi ayaklanmasının kaderini, park üzerine hükümette yapılan pazarlıklara terk etmişlerdi. Mart ayaklanması ise, İmamoğlu'nun gözaltına alınmasıyla bir anda en büyük kanıtına kavuşan “Sandıkla Gitmeyecekler” bahanesine yaslanıyordu. Tam da bu kanaatin kesin kanıtlanmasıydı Mart ayaklanmasını patlatan. Gezi'yi devrimci bir iktidar sorununa bağlamanın çokça engeli vardı. Ama şimdiki ayaklanma, bizzat yaslandığı genel politik bahane ve kanaate, tartışma sahnesini iktidar sorununa doğrudan bağlayan güçlü dinamikler taşıyor.
Uzun yönetim tecrübesiyle tekelci sermaye, ayaklanmanın görüntüdeki vesilesi (İmamoğlu) ile, esas genel-bahane (Sandıkla Gitmeyecekler) arasındaki farkı, bu farkın yarattığı büyük tehditleri hemen gördü ve alana hakim olmak üzere CHP'yi görevlendirdi. Sahneye iktidar sorununu bağrında taşıyarak giriş yapan gürültülü bir ayaklanmayı, ne Gezi'nin sosyal-reformistleri kontrol altına alabilirdi ne de bu gürültülü enerjiyi polis barikatlarına hapsetmek mümkündü. Saraçhane'ye polis barikatının en güçlüsü kuruldu ve gerisi CHP'ye bırakıldı. Sosyal-reformistlerin çoktan boyunu aşan bu dalgayı düzen sınırları içine hapsetmek, Bozdoğan Kemerinin ve Özel'in performansına bağlıydı. Tüm kameralar, mikrofonlar, kürsüler ona, Özel'e çevrildi, ona en çok kim güzelleme yapıyorsa, kürsüde yerini aldı. Ama bütün bu çabalar, ayaklanmayı bir iktidar sorunu tartışmasından soyutlayamaz. Tersine, alanlara salt protestocu kimlikle gelenler bile, mevcut kavganın bir iktidar değişimiyle sonuçlanması gerektiği kanaatiyle, alanlardan ayrıldılar. CHP, ayaklanmanın dinci-faşist iktidarı bir erken seçime zorlayacağını ısrarla anlatmaya çabalarken, ayaklanmanın asıl ruhunu temsil edenler, kurtuluşun sandıkta değil sokakta olduğu kanaatinden geri adım atmadılar. Aradaki farka dikkat! CHP, Mart Ayaklanmasını geriye çekmek için bir erken seçimle bile olsa iktidar değişimini vadederken, Gezi'nin sözüm ona “ileri” öncüleri, en fazla “dinci-faşizmi geriletme”yi vaad edebildiler. Mart'ın Gezi'den içerik olarak üstünlüğü, bu özlü farklılıkta daha da belirginleşiyor.
Gezi, çağdaş tarihin, kendi döneminin mirasını sahiplenmişti. Açıktan, 2011 devrimci ayaklanmalarını, Occupy hareketlerini taklit ediyordu. 2011 ayaklanmaları ve Occupy hareketleri, büyük şehirlerin simge meydanlarının işgaliyle başlıyor ve meydan hakimiyeti üzerinden hükümetlerle haklar-özgürlükler pazarlığına girişiyorlardı. Mart ayaklanması ise, başka bir tarihsel dönemin, 2019'da Sudan'da kışlaları, yakın dönemde Sri-Lanka ve Bangladeş'te doğrudan başkanlık saraylarını hedef alan bir devrim dalgasının mirasını taşıyor. Occupy gibi, Gezi'yi hükümetlerle pazarlığa sürükleyen olgu, dünyada ve burada, burjuva parlamenter yollara duyulan güvenin henüz tümden havaya uçmamış olmasıydı. Onlar geri çekilirken, bir sonraki aşamayı sandık hesaplaşması üzerinden kurgulayabiliyorlardı. Ama bu stratejinin sonu baştan belli hayal kırıklıkları, sonraki dalganın doğrudan hükümetleri deviren enerjisini hazırladı. Geri çekilerek sandıklarla manevra yapma olasılığını baştan yok sayan bir kitle hareketi yükseldi. Sri Lanka ve Bangladeş'te ilk sonuçlarını aldı. Çağdaş tarihin en son örneklerini arkasına alan Mart Ayaklanmacıları, özellikle öğrenci gençlik, bu bilinç mirasını yansıtan pankartları pek çok yerde öne sürdüler: “Sarayı boşalt, biz geliyoruz!” Gezi’nin “parkı boşalt” hedefinden sonra, Mart'ın “Saray'ı boşalt” haykırışı gelişimin alınan mesafenin bir başka özeti sayılmalıdır.
Mart ayaklanmasını Gezi'den ayıran, kuşkusuz, en temel ve en belirleyici önemdeki fark, pek çok uzmanın dile getirişiyle, tarihin gördüğü en derin ekonomik buhranın içinde belirmesidir. Gezi bu şanstan yoksundu. Emekçiler, tuğlaları borç kağıtlarından karılmış bir yaşama henüz yeni alışmaktaydı. 2008 küresel krizinde sıcak para, faizi yüksek ekonomilere yağıyordu. Bir hesaplamaya göre, Gezi dönemi ve hemen sonrasında, dünyadaki sıcak para akışının üçte biri, Türkiye’ye şöyle bir uğruyordu. Gezi, çevresinde ördüğü kısıtlı siyasi iddia, ahlaki ve estetik atmosferle, bu muazzam sıcak para akınının yansıttığı sahte beklentilerin üstesinden gelemezdi. Bunu ancak politik iddiayla paralel, politik şiddeti “geri döndürülemez nokta”ya taşıyarak yapabilirdi. Fakat Gezi’ye hükmeden anlayışın uzak durduğu, tam da bu “geri döndürülemez” noktaydı. Bu yüzden, Gezi ayaklanmacıları, geri çekildiklerinde, kredi bolluğunun yansıttığı geniş manevra alanında yollarını kaybettiler. Kredi bolluğuyla, yaşamı bir süre daha idame ettirebilirler, işlerin bu sürede barışçıl biçimde düzelebileceği kuruntusuna kendilerini kaptırabilirler.
Ne mutlu ki, Mart ayaklanmacılarının böyle pembe hayaller kuracak koşulları yok. Şimdi geri çekilme, ayaklanmanın yarattığı fiili özgürlüklerden ve yeni yaşam umudundan geriye ama en dibe, görülmemiş açlık ve sefalete dönüş anlamı taşıyor. Üstelik bu kez “görülmemiş baskı”nın buna eşlik edeceğinden pek az insan kuşku duyuyor. Derin buhran, nezdinde de işleri uhulet ve suhuletle halletme umudunu tüketti. Ve ayaklanma uzadıkça buhran zıvanasından çıkıyor. Sermaye, uzun yılların birikimlerini, ayaklanmanın birkaç gününde önemli ölçüde eritti. Gerisi, "turpun büyüğü" heybededir. Tüm bu keskin koşullar, ayaklanmacılar kadar, tekelci sermayeyi de hızla geri dönülmez noktaya taşıyor. Ne Mart ayaklanmacılarına ne de dinci faşist iktidara, bir geri manevra alanı kalmış durumda.
Her şey binlerce koşul ve bağlantısıyla Mart ayaklanmasına, Gezi’den farklı olarak daha nihai bir kapışma niteliği kazandırıyor.
III.
Öznel ve nesnel tüm koşullarıyla nihai bir kapışma niteliğini bağrında taşıyan Mart ayaklanması, ortaya çıkışıyla, büyük ölçüde “geri dönülmez” noktaya varmıştır. (Büyük ölçüde diyoruz, çünkü, küçük bir ihtimal, M. Şimşek önemli miktarda para bulabilirse ve dinci faşizm bu paranın gücüyle, en başta Kürt halkını büyük ve doyurucu bir havuç politikasıyla sessiz kalmaya ikna edebilirse, ayaklanmanın geri düşüşü mümkün.) İşte bu, Mart ayaklanmasının gerçek içeriğidir. İçerik, eninde sonunda biçime damgasını vuracaktır: Üstelik, içerik ve biçim arasındaki uçurum ne denli derinse, o denli hızlı, şiddetli ve keskin yollardan. Bu açıdan, ayaklanmacıların sokaklarda haykırdığı sloganların geriliğinden ürküntü duymak gereksizdir. Aksine, olayların yaratacağı dönüşümün keskinliği bu gerilikten besleniyor. Tekrar etmek gerekirse, Mart ayaklanması en geridekilerin politik bir sıçramasıdır. Ve politik bagajı yüklü olanlardan farklı şekilde, bu en geri kitleler, olaylar sayesinde girecekleri keskin dönüşümler sonucu elde edilen yeni devrimci zihniyete, kaba bir tabirle “kaşarlanmış” kitlelerden çok daha samimi ve canlılıkla sarılacaklardır.
Burada belki bir umuttan ya da henüz kendini göstermemiş bir beklentiden söz etmiyoruz. Hayır şimdiden kendini gösteren bir olgudan söz ediyoruz. Ayaklanmanın gerçek içeriği ile CHP’nin sahiplenip, kuşatıp köpürttüğü geri dile gelişler arasındaki çelişki, ayaklanmayı fiili bir bölünmeye taşımıştır.
Fiili bölünme gözlerden saklanamıyor. İleri olan gençlik ne Saraçhane’ye ne de reformist sola yedekli yasal mitinglere sığabildi. Yaşlı kuşak, miting alanlarının sakin limanlarına demir atarken, gençlik pek çok kentte dinci faşist partinin binalarına yöneldi. Bunun için geceler boyunca çatıştı. Benzer farklılık 2 Nisan Boykot tartışmalarında da yaşandı. Ayaklanmacıların yaşlı kesimi CHP yönlendirmesiyle, yandaş sermaye gruplarına karşı bir eylem kurgularken, gençlik olaya el koydu ve boykotu genele taşıdı. Bir anda CHP, tüketim boykotu gibi pasif bir eylem çerçevesinde bile olsa, politik olarak sürükleyen değil, sürüklenen konuma düştü. Aktifleşen 1,5 milyonluk üyesiyle devletin kurucu partisinin elinden ipleri kaçıran, ayaklanmanın gerçek içeriğiydi. Baştan beri CHP, ayaklanmaya gerçek içeriğini ve ruhunu kazandıran üç temel şiarı umutsuzca gölgelemeye çabaladı. Neydi bu üç şiar?
Kurtuluş sandıkta değil, sokakta. Öğrenci gençliğe barikatları aştıran, bu şiardı.
Saraçhane değil, Taksim. Ayaklanmacıların çoğunluğunu oluşturan gençler Saraçhane’nin bir kapan ve CHP kürsüsü olduğunu biliyordu. Saraçhane olsa olsa İBB’yi kayyumdan kurtarırdı, ama Taksim özgürlük şafağıydı, iktidar ihtimaliydi, ayaklanmayı CHP kürsüsünden sıyırıp alacak meydandı.
Zindanlar kapansın. Ayaklanma “Silivri soğuktur” tehdidine karşı yükselen öfkeden mayalandı. Binlerce gözaltı, yüzlerce tutuklama, ayaklanmacılarda Silivri-Bastille özdeşliği kanısını güçlendirdi. Ayaklanmadan haftalar önce, toplanan kalabalıklar, en coşkulu alkışlarını “Silivri kapatılsın!” sözlerine hediye ediyordu.
Leninist basını takip edenler, tam da bu üç şiar ve fikrin manşetlerden hiç inmediğini anımsayacaktır. Devrimci bir öncü, slogan ve şiarlarını ne keyfi belirler ne de doktrinerlik taslar. Slogan ve şiarlar, bir devrimin gelişiminde, nesnel uğraklara işaret ederler. Biz istediğimiz için değil ama bu ayaklanma eğer devrimin zaferine doğru ilerleyecekse bu uğraklardan zorunlu olarak geçeceği için, şiarlar ortaya konur. Kurtuluşun sandıkta değil sokakta olduğu fikri, olaylar tarafından kesin biçimde doğrulanmış ve kitlelere mal olmuştur. Taksim devrimdir, diyordu Leninistler ve şimdi ayaklanmacılar aynı yolda ilerliyor. Zindan sorunu da benzer gelişimini olaylar sayesinde göstermiştir. Kitlelere bunu kesin olarak belleten olaylardır. Varılan bu noktadan sonra, ayaklanmayı daha ileri taşıyacak Leninist şiarlar, aynı gelişim yolunu izleyecektir.
Devrimci öncü yine de hiçbir gelişimi olayların akışına bırakamaz. Üstelik, şimdi karşımızda, ayaklanmacıların olaylardan çıkardığı dersleri çarpıtıp kısırlaştıran sol-reformist partilerden çok daha köklü bir burjuva parti var. CHP, ayaklanmayı kötürümleştirip kendi burjuva kulvarında onu aşağılık bir pazarlığın malzemesi yapabilmek için uğraşıyor. Bu yüzden ayaklanmanın hemen önünde, birbirine tamamen zıt iki yol bulunuyor. Ya kurtuluşu sokakta arayan ayaklanmacıların enerjisi, bir erken seçim oyalamasına dönüşecek ya da devrimci bir hükümetin kurulması yolunda ilerleyecek.
Sol reformist cenahın avuç patlatan alkışlarla desteklediği CHP, ayaklanmacıları büyük bir hayal kırıklığına sürükleme çabasında. Çünkü var olan iktidarın yönetiminde, halihazırdaki devlet organlarıyla girilecek bir erken seçim, bir kez daha dinci faşizmin zaferiyle sonuçlanacaktır. Hiç kimse bu konuda kendini boş hayallere kaptırmamalıdır. Ancak ve en çok sokakların gücüyle kurulan yeni bir hükümet şimdiki devlet organlarını dağıtmış bir hükümet, halkın gerçek iradesini yansıtacak bir seçimi güvenceye alabilir. Öyleyse, Geçici Devrim Hühümeti (GDH) şiarının hayati önemi tartışılmazdır. Şu anda başka hiçbir şiar devrimi ilerletemez, onu burjuva muhalefetin sürüklediği kapandan kurtaramaz. Yeri geldiğinde sokak, yeri geldiğinde Taksim, yeri geldiğinde Silivri kapatılsın diye coşkun pozlar kesen burjuva muhalefetin iki yüzlülüğünü, GDH şiarından başka hiçbir şiar açığa çıkartamaz. Kurtuluş sokakta, Taksim’de diyen ayaklanmacılar şimdi bu şiarın yöresinde dolanıp duruyorlar. Bu bilince bir anda erişmeleri, tek bir ajitasyonun, tek bir çağrının, bildirinin ya da broşürün sonucu olmayacak. En büyük ittifak gücümüz, olayların kedisidir. Yolun zorlu, hem de alabildiğine zorlu olduğu bellidir. Ama iki sorunu birbirinden ayırmak da gerekir. Tutulacak yol sonucu ve seçilen yolda hedefe kolayca varılıp varılamayacağı sorunu.
Seçilen yolun zorluğu bu topraklara özgü değil. İster 2011 devrimleri, ister yeni dönemde Sudan, Kazakistan, Sri Lanka ve Bangladeş, hepsi bir ayaklanmada çok daha ileri mevziler kazandıkları halde ne öncüler ne de kitleler bir iktidar sorununu masaya yatırdılar. Bu küresel çapta bir zorluk ve hiç kuşku yok komünist dünya hareketine son 35 yılda damgasını vuran savunmacı mevzilerde çakılıp kalma alışkanlığının bir izdüşümü. Öyle uzun süre savunmada kalmıştı ki, komünist dünya hareketinin içinde en iyiler bile büyük zaferleri değil, ancak küçük ve biraz moral düzeltici zaferleri özler olmuştur.
Öyleyse, seçilen yoldaki ilk zorluk, seçilen yola dair kuşkudur. Ve hem öncüler safında hem de kitleler içinde kendini gösterir, bu bir dereceye kadar normal sayılmalıdır. Eğer bugün ayaklanmacılar, hemen etrafında döndükleri, pek çok fikir ve sloganla buna yaklaştıkları halde, GDH şiarını görmezden geliyorsa, nedeni, henüz olayların bu şiarın özetlediği yolun kaçınılmazlığını ve zorunluluğunu kanıtlamamış olmasıdır. Devrimin fırtınası içindeki olaylar, daha az fırtınalı dönemlerin yüzlerce olayından çok daha amansız bir öğreticidir.
İster GDH, ister Zindanlar Yıkılsın Tutsaklara Özgürlük, ister Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı, devrimin ana sloganları belirlendikten sonra, bu şiarları ayaklanmacılara benimsetme görevi, bildirilerden daha çok, canlı ajitasyonun işidir. Hele ki kitleye seslenecek bir kürsüye sahip değilsen, canlı ajitasyon işi, yaratıcılık, atılganlık ve çokça cüret gerektirir. Bir ajitatör temel alınan şiarları her zaman göz önünde bulundurur ama onları bir hap gibi kitlelere mal edebileceğini düşünmemelidir. Ajitasyon her zaman, kitlenin içinde bulunduğu ve anlık değişebilen bilinç ve ruh halini bir başlangıç noktası sayar. Ve bu başlangıç noktasından temel şiarlara uzanan köprüler kurar. Bunun anlamı, ara sloganlar bulmaktır. Ajitatör bu ara sloganları ne masa başında tasarlar ne talimatla edinir. Böyle sloganlar, kitle eyleminin ortasında, anlık üretilir. Amaç, eylem halindeki kitlenin bilincindeki devrimin temel şiarlarına ulaşmasını engelleyen barikatları teker teker kaldırmaktır. Her şey ajitatörün uyanıklığına, pratik yaratıcılığına ve atılganlığına bağlıdır. Yetkin bir ajitatör faaliyeti yürütmeyen, hiçbir parti ayaklanmacıları devrimin temel şiarlarına doğru taşımakta etkin bir rol oynayamaz.
Öyleyse, pankart asmak, döviz dolaştırmak, bildiri dağıtmak, karşımızdaki zorlu görevlerin belki en kolay ama meyvesi en kısır yollarıdır. Görev, kitlelerin içine girip onlarla kaynaşabilen, her dakika değişebilen ruh hallerinden ara sloganlar üretebilme yeteneği gösterebilen ajitatörlerindir.
IV.
19 Mart’tan bayram tatiline kadar ilk perdesini yaşayan ayaklanma, nasıl bir güç dengesine yol açtı ve bu güç dengesi hangi olayları gündeme getiriyor?
Güç dengesi yönünden sonuç apaçıktır. Ayaklanmacılarla hükümet güçleri (ki şimdilik ayaklanmanın karşısına hükümet güçleri çıktı) bir pata durumu yaşıyor. Ne devrim iktidarı alaşağı edebiliyor ne de iktidar ayaklanmayı zor yoluyla bastırabiliyor. Alelacele ilan edilen dokuz günlük tatil bile, hareketi zorla bastıramama çaresizliğinin sonucudur. Fakat, tam da bu pata durumu daha büyük kapışmaların zeminini döşüyor. Dinci faşizm salt polisiye tedbirlerle ayaklanmayı bozguna uğratamadığını gördü, bu da dinci faşizmin kitle tabanını sahaya çağırmanın gündemde olduğu anlamı taşıyor.
Ayaklanmacılar içinde aynı durum söz konusu. Yasaklama kararlarına rağmen, kitleler toplantı ve gösteri özgürlüğünü kısmen ve fiilen kazandılar. Kazanılan kısmi özgürlük, daha büyük özgürlüklerin de sokakta kazanılacağı kanaatini pekiştirdi. Sefaletin, amansız sömürünün ve nefes aldırmaz bir baskının amansız çarkları arasından çıkıp, kısmi de olsa özgürlüğün kokusunu ciğerlerine çeken milyonlar için, artık kurtuluşun ufku, kavga kapılarının hemen ardında duruyor. Ne kadar yakındaysa, yokluğu o kadar dayanılmaz olan özgürlük şimdiden yarattığı umut ve canlandırdığı tahayyülle, ayaklanmacıların direşkenliğini kamçılıyor.
Peki ama ayaklanma bu pata durumunu nasıl aşacak? Bu arayıştaki gençlik, çok daha geniş çeperde kalabalıkları kapsayacak bir eylem olarak tüketim boykotuna başvurdu. Katılması en kolay, en pratik ve risksiz bir eylem biçimi olarak tüketim boykotu, amansız ve fırtına gibi bir ayaklanmaların ortasında fazlasıyla naif fazlasıyla yumuşak bir yol gibi görünse de ayaklanmacılara önemli bir konuda ders verdi. İktidarın nasırını keşfettiler, zülfü yâre dokunabildiklerini gördüler. Evet, günler ve geceler boyu tazyikli su, gaz, cop yediler, tutuklandılar, ama ekonomiye, kara, paraya, mülkiyete dokunulunca dinci faşizmin nasırına basılmış gibi acı çığlıklar atabildiğini anladılar. Pata durumunun üstesinden gelinenin en güvenilir yolu, demek ki kara, paraya, mülkiyete zarar vermektir. Çok pasif bir boykot, ayaklanmacılara çok temel bir devrim dersi kazandırdı.
Son derece değerli bu dersin ışığında, ayaklanmacı gençliğin yaptığı “genel grev” çağrıları, şimdi daha farklı bir anlam taşıyor. Kara paraya dokunan her grev, bu koşullarda hasmın nasırına basmak anlamına gelecektir. İşçi sınıfı ekonomik grevlerini fiilen ve kısmen kazanılmış gösteri toplanma özgürlüğü döneminde mutlaka daha yüreklilikle gündeme getirecektir. Ve ücret için yapılamaz bile olsa, her grev ayaklanmanın organik bir parçası olacaktır. Sınıfın en geriden gelen kesimleri, ekonomik grevlerin başarısı oranında bu kavgaya daha istekli ve kalabalık girişecekler. Devrimin fırtınası içinde, geriden gelen bu proleter kesimler çok kısa sürede proleter öncüleri politik ordusu seviyesine yükseltecekler.
Kuşkusuz, pata durumunu aşmak için arayışlarını sıklaştıran ayaklanmacılar, hemen yanı başlarında beliren o devasa halk gücünü, Kürt halkının eylem kapasitesini hesaba katmadan edemeyecekler. Olayların gelişimi şimdiki tempoda devam etse dahi, ayaklanmacılar az ya da çok bir süre sonunda UKKTH ilkesini tartışmaya açacaktır.
Mart ayaklanmacıları bir sırat köprüsünün tam ortasında duruyorlar. 19 Mart öncesinin koşullarına geri dönüş imkanı kalmadı. Ya ilerlenecek ve daha büyük daha kapsamlı çatışmalara girilecek, ya da çok daha azgınlaşmış bir sömürü, açlık, sefalet ve zincirlerinden boşanmış bir baskı bataklığına saplanılacak. Emekçiler ve gençlik, büyük devrimci eylemleriyle dinci faşizme ölümcül bir korku yaşatıyor ve onu çok daha azgın, adeta aklını yitirmiş bir çırpınışa sürüklüyor.
RTE’nin söylediği gibi. Turpların büyüğü heybede. Devrim için de karşı devrim için de…
5 Nisan 2025
Umut Çakır