< Ana Muharebe Sahasında İlk Hareket

 

İsyan başlamıştır. Ana muharebe için güçler karşılıklı toplandı, yoklamalar yapıldı ve devrim hasmının refleksleriyle moral düzeyini test etmek için ilk öncü harekete girişti. İsyan çağrıları meydanlarda yankılanıyor. Onbinler isyanın ajitasyonunu bizzat üstlendi. Peki ya kendine öncü yakıştırması yapanlar? Onlar hala “dinci faşizmi geriletmek”ten ve “önümüzdeki maçlara bakmaktan” söz ediyorlar. Bu cenahta acizlik artık saklanamıyor. Hem bilinç hem pratik yönden devrimci kitleler, uzlaşmacı oportünizmi aşıp gelmiştir.

Referandumun anayasal tartışma ve tercihlerinin ötesinde, devrim ve karşı devrimin ana muharebe için güç toplama, yoklama ve seferberlik çabası biçiminde geliştiği, şimdi daha iyi anlaşılıyor. Dinci faşizm, propaganda dönemi boyunca hasımlarını terörist ilan etmekte ve iç savaş sopasını sallamakta hiç tereddüt göstermedi. Bunun karşı tarafı yıldırmaktan ibaret olduğunu sananlar, bu yüzden yanılırlar. Yapılan malumun ilamından başka bir şey değildi. Son hesaplaşma sokakta kan denizi içinde görülecekti, bu neredeyse kaçınılmazdı. Tekelci sermaye dinci faşizm eliyle, devletin ve servetin gücünü devreye sokarak, saflarını pekiştirmeyi denedi.

Hiçbir egemen sınıf, öyle kolay “iç savaş” lafını ağzına almaz, nüfusun çoğunluğunu terörist ilan etmeye kalkışmaz. Sadece, nihai sonucu belirleyen çatışmalara hazırlanan bir egemen sınıf böyle davranır. Nüfusun çoğunluğuna karşı, nihayet ilan edilen iç savaş, burjuva düzen mantığında, egemenlik koşullarının hukuk zemininin sıfırlanması anlamı taşır. Bir burjuva devlete uluslararası planda kabul ve prestij kazandıran hukuk, bu bağlamda bitmiştir. Hiçbir devlet, iç savaş ilanıyla, uluslararası planda tartışılır duruma düşmeyi istemez. Hele ki, ekonomik, mali, siyasi, diplomatik açılardan emperyalist kapitalist dünyaya ve pazarlara bağımlı Türk tekelciliği, çok zorunlu kalmadıkça, iç savaşın açıktan ilanına girişemez. Buna rağmen, ilan edilmemiş uzun iç savaştan açıktan kabul ve ilan edilen bir iç savaş sürecine girilmiştir. Savaşın tüm koşulları, referandum çerçevesinde pratiğe geçti. Sokaklarda resmi devlet terörü estirildi, tekelci faşist basın tüm hasımlarına ekranlarını ve manşetlerini kapattı. Ve YSK, referandum sonucunu, hukukun son kırıntısını da çiğneyerek ilan etti. Başka türlüsünü beklemek ham hayal olurdu. Ful kapasite devlet ve sermaye desteğine rağmen dinci faşizm ana muharebe için saflarını ancak şantajla, hileyle doldurabildi. Öylesine acizleşti ki, hırsızlığı herkesin gözü önünde yapmak zorunda kaldı. Buna rağmen sonuç dinci faşizmi hiç memnun etmedi. AKP ve MHP karşılıklı suçlamalara girişti, partilerin içinde kazanlar kaynamaya başladı. Çünkü pekala biliyorlar, şişirilmiş kıtalara sahipler sadece; saflarını dolduran çok sayıda unsur, ilk fırsatta ya da ilk ciddi çarpışmada çözülecek, saf değiştirecektir.

Devrim ise bu yoklama seferberliğinden hem maddi hem manevi üstünlükle çıktı. Boykot oyları ve çalınan oylarla beraber, şu an nüfusun ezici çoğunluğunu temsil ettiklerini biliyor devrimci sınıflar. Ne terörist muamelesi görmeleri ne de iç savaş naraları, emekçileri durdurmaya yetti. Aksine sandığın bir şeyleri değiştireceğine dair umutları bir yana bırakarak, inatla cesaret ve cüretle ajitasyon yürüttüler. Emekçilere “örgütsüz” yaftası yapıştıranlar, referandum süreci boyunca milyonların kendi aralarında nasıl organize olduğuna, kendi propaganda materyallerini hazırladıklarına şahit olmadılar mı? Bütün bu cüretli pratik, hem de nasıl bir zamanda gerçekleşti! Yüzyılın en sert sınıf mücadelesine sahne olan iki yılın ardından, kentleri yerle bir eden, içimizden binlercesini alan bombaların arasından, halk kendi irade ve inisiyatifini sergilemekten çekinmedi. Emekçi milyonlar, tıpkı bir partili gibi örgütlü davranma, ajitasyona girişme, inisiyatif alıp irade pekiştirme tutumunu büyük bir cesaretle ve cüretle ilan etme düzeyine çıkarmıştır. Üstelik, tüm uzlaşmacı oportünistler onlara “aman gerilimden uzak duralım, balonlar uçuralım” tavsiyelerinde bulunurken. Milyonlar bu aciz oportünizmi her açıdan yaya bırakmıştır.

Referandum geride seçimlere boş hayaller enkazı bıraktı. Dahası var. Hukuki varlık olarak devlet de o enkazın altında. Meşruiyet burjuva devlet için hayati önemdedir. Devlet kurumlarını dolduran silahlı silahsız milyonlarca bürokrat görevlerini genel oyun tasdikinden geçen meşruiyetin yapılandırdığı zemin üzerinde yerine getirirler. Bürokrasinin üst katmanları gerçekte hangi sınıfın dar çıkarlarına uzak olduklarını gayet iyi bilirler. Fakat bürokrasinin geri kalanı sadakat ve biatı, ancak meşruiyet dolayımıyla koruyabilirler. Bunun izlerini referandum sonrası sokakları dolduranlara karşı polisin sakınmalı tutumunda görebiliriz. 15 Temmuz'dan bu yana tekelci sermayenin dinci faşist iktidarı için TSK, özel paralı birlikler dışında tümüyle güvenilmez bir kurum haline gelmiştir. Şimdi aynı sadakat krizine, polis teşkilatı da yakalanmıştır. Bunda şaşılacak bir yan yok. Tarihin büyük devrimleri, iktidarların meşruiyet krizleriyle tetiklenirler. Kriz asıl olarak silahlı bürokrasinin sadakat konusunda karışıklığa sürüklendiği anlarda, ölümcül hal alır. Kuşkusuz, polis teşkilatının sadakatten çok biata yatkın olduğu ve yine polis şeflerinin zorlamasıyla, olmadı sucuklar ve havyarlar marifetiyle, polis devrimci kitleye azgınca saldırmaktan geri durmaz. Ancak bu saldırganlık, sadakate dair karışıklığı önlemeye yetmeyecek, daha da derinleştirecektir.

Farklı ülkelerin karşılaştırılması, basit analojinin bilinen hata ve eksiklerini barındırsa da, şu anki durumun Mısır'da Mursi iktidarını alaşağı eden dönemle benzeştiğini söyleyebiliriz. Çoğunluğu temsil etmediği açığa çıkan bir iktidar, bu iktidarın egemenlik koşullarını toptan değiştiren anayasa dayatması; yürütme erkinin karşısına dikilmiş öfkeli kızgın muazzam bir kalabalık; gölgeye çekilmiş ve intikam fırsatı kollayan silahlı kuvvetler ve gölgedeki bu gücün tehdidi ile sokakların öfkesi arasında kalmış bir polis teşkilatı.

Sonuç olarak, ana muharebe alanında toplanmış güçlerin durumunu özetleyebiliriz. Bir tarafta karşı devrim, neferlerinin çoğunu tehdit ve rüşvetle saflarında toplayabilmiş, hukuki varlık olarak devleti enkaza çevirmiş, silahlı bürokrasi cephesinde sadakate dair karışıklığın hüküm sürdüğü bir durumda. Devrim ise, örgütlü halk inisiyatifiyle, cesaret ve cüretle donanmış, kavgaya hazır çoğunluğu temsil ediyor. Muharebe alanında eksik olan, devrimci savaş karargâhıdır. Tersine oportünizm, halen daha ana muharebe alanını terk edip, küçük mevzilere dönme çağrısı yapıyor. Sokakta kitlelere öncülük etmeye çalışan şu zavallı çevrelere bir bakın. Boyun eğme diyorlar, hayır oylarına sahip çıkın diyorlar. Sanki o eylemler, topyekun bir saldırının bizatihi çağrısı değil. Bu türden çağrıların, mücadeleye dair tüm genel geçer lafların ömrü doldu. Tüm bu siyasi çevreler ne kadar burun kıvırırsa kıvırsınlar, “Ne yapacağız?” sorusunu öfke ve endişeyle soran milyonların, devrimci bir hükümeti ilan edecek topyekun bir ayaklanmayı gündemlerine almalarını engelleyemezler.

Yönetici saflarda iç çatışmayı her adımda boyutlandıran bir kargaşa; devrimin yarıgönüllü dostlarının ve uzlaşmacıların ipliğinin pazara yeterince çıkmış olması; kararlı bir eylemden yana ve bunu artık kaçınılmaz gören öfkeli kalabalıklar. İşte devrimci ve sonuna kadar gidecek bir ayaklanmanın üç ana koşulu. Bu koşullar bir kez bir araya geldi mi, orada isyan rüzgarlarının önünde kimse duramaz. Sonuçların açıklanmasıyla başlayan ve kesintisiz sürerek yayılan eylemler, ana muharebenin ilk çarpışmalarıdır. Bu savaş artık devrimci iktidar kavgasıdır. Daha azıyla yetinmeyi örgütleyenler silinip gidecekler.

Umut Çakır