Önce,Avrupalı emperyalistlerin 10-11 Aralık tarihindeki “Zirve”de -dileyen buna zırva da diyebilir- açıkladıkları, hikaye ötesi, ancak üçüncü sınıf komedi konusu olabilecek yaptırım kararı, arkasından ABD'nin, Avrupalı emperyalistlerin yaptırımından daha az komik olmayan CAATSA yaptırımları Türkiye'nin emperyalist devletlerle ilişkilerini; daha doğru bir ifadeyle, emperyalist devletler-Türkiye ilişkisini bir kez daha gündeme getirdi.

Bu arada pek çok konu ve duruma açıklık getiren itiraf niteliğindeki açıklamalar da ortaya çıktı. Bunların en önemlisi, ya da başta geleni, görevinden istifa ettiği için, çenesini kapatma ihtiyacı duymayan Amerikalı James Jeffrey'in yaptığı açıklamalar oldu. Geçerken belirtelim, sanki bu davranış biçimi, istifa eden her Amerikalı bürokratın özelliği gibi duruyor.

Hatırlanacaktır, Bolton denen, içindeki tüm kötülüğü yüzünden okumanın mümkün olduğu adam, Trump'ın eski Ulusal Güvenlik Başdanışmanı, görevinden istifa eder etmez bir kitap yayınlamıştı. İyi de yapıtı. Bu sayede emperyalist devletlerin tozlu arşivlerinde kalacak çok değerli bilgilere de ulaşma imkanımız oldu. Aynı şeyi şimdi James Jeffrey'e borçlu oluyoruz.

Daha önce, “Türkiye olmadan biz Ortadoğu'da, Suriye'de Kafkaslarda bir şey yapamazdık” diyen James Jeffrey, bu sefer, Şark el Awsat'ın sorularını yanıtlarken biraz daha açık sözlü davranıyor ve Türkiye'nin Ortadoğu'daki rolüne ilişkin şunları söylüyor:

“Türk devleti NATO’dan aldığı destekle Suriye hükümetinin İdlib’e girmesine izin vermiyor”

“NATO'dan alınan destekle” ifadesini isteyen ABD ve Avrupalı emperyalistlerden alınan destekle diye okuyabilir, hiç yanlış olmaz; ikisi arasında kıl kadar fark yok. Bundan sonraki cümlesi ya da itirafı, en az ilk cümle kadar önemli ve birinci cümleyi tamamlıyor. Şöyle:

“Orada yaklaşık 20 belki 30 bin kadar Türk askeri ve çeteleri var. Türkiye, Suriye hükümetinin İdlib'e girişini bu şekilde engelleyebilir. ABD, Avrupa Birliği ve NATO'nun desteğiyle Türk devletinin buna izin vermeyeceğine inanıyorum.”

Elbette, bu emperyalist sülüğün “inanıyorum” dediği şey bir temenniden ibaret. Temenninin gerçekleşip gerçekleşmeyeceğini askeri güç ilişkileri belirleyecek; bekleyip göreceğiz. Bir başka yerde ise Türkiye'nin emperyalist planlar içindeki yer ve önemini şöyle tanımlıyor:

“Temel olarak, ilk ve en önemlisi, [Esad rejiminin] askeri zafer kazanmasının reddedilmesidir. Ancak Türkiye çok önemliydi ve Türkiye olmadan bu stratejiyi yapamazdık.”

Doğrusu, buraya kadar güzel gitti James Jeffrey. Ancak bundan sonrası bir soru gündeme geliyor ya da getirilmeli. Madem ki Türkiye, kendisi olmadan emperyalist stratejilerin hayat bulamayacağı bir devlettir, o zaman şu soruyu sormanın zamanı:

Türkiye, Güney Kürdistan'dan Ukrayna'ya, Libya'dan Afganistan'a; Balkanlardan Somali kadar uzanan geniş bir coğrafya'da ne arıyor? Gerçekte kendi “alt emperyalist” hedef ve çıkarları peşinde at mı koşturuyor? Yoksa başkalarının taşeronluğunu mu yapıyor?

Türkiye'nin, Ortadoğu, Kafkaslar, Afrika gibi geniş bir coğrafyadaki rolü ve izlediği politikalar üzerinde bugüne kadar döne döne durduk. Sorunu, öncelikle Türkiye'nin kendi iç çelişkileri, sınıf savaşının durumu bağlamında; sonra, yine bununla ilişki içinde, emperyalist devletlerle olan bağımlılık ilişkisi çerçevesinde ele aldık.

Bu konudaki düşüncelerimiz ortaya koyarken üç temel konuyu hareket noktası olarak kabul ettik.

Birincisi, emperyalist-kapitalist sistem ile dünya proletaryası arasındaki çelişki ve çatışma. Bu çelişki ve çatışmanın, insanlığı tarihsel ve pratik olarak yeni bir dünyanın, yeni bir toplum biçiminin eşiğine getirdiğini, kapitalizmin tarihsel sonuna gelirken insanlığın komünizme geçiş için ayağa kalktığını olgulara dayanarak ortaya koyduk.

İkinci hareket noktamız, Türkiye ve Kürdistan'ın uzun yıllardan beri sert bir iç savaş sürecinden geçmekte olduğu gerçeği oldu. İki ülke, uzun yıllardır süren bu sert ve kanlı iç savaş sonucu, pratik olarak, bir toplumsal devrimin eşiğine gelip dayanmıştır. Birleşik karakter biçiminde ilerleyen toplumsal devrim güncel, pratik bir konu haline gelmiştir. Dolayısıyla, birleşik devrimi, bu devrimin temel bileşeni olan Kürt ulusunun ulusal ve sınıfsal kurtuluş savaşını ortadan kaldırmak, tekelci sermaye sınıfının temel önceliğidir. Bunun nedeni kolayca anlaşılır; üzerinde durmaya gerek yok.

Üçüncü hareket noktamız, Türkiye'nin emperyalist devletlere olan ekonomik, siyasi, askeri, mali, vb vb. bağımlılığıdır. Ayrıca vurgulamak gerekir ki, bu bağımlılık, özellikle 90'lı yılların sonlarından başlayan “ekonomik tam ilhak” süreciyle iyice derinleştirilmiştir.

Emperyalist devletlerin Türkiye'ye yaklaşımı, esas olarak, birinci nokta çerçevesinde gerçek ifadesini bulmaktadır. Aralarındaki tüm çıkar, çelişki, rekabet, görüş ve politika farklılıklarına rağmen, tüm emperyalistlerin üzerinde birleştikleri nokta, genel olarak dünya çapında süren toplumsal devrim hareketlerinin; özel olarak Türkiye ve Kürdistan'da güncel, pratik bir mesele haline gelen birleşik devrimi engellemektir.

Türkiye, emperyalist-kapitalist sistem içinde, Ortadoğu'daki konumu ve önemli bir karşı-devrim merkezi olması nedeniyle stratejik bir yer işgal etmektedir. Ortadoğu halkları yönünden gelişecek bir devrim dalgasını bastırmak, İsrail'i korumak, Rusya'yı güneyden kuşatmak, ABD'nin Ortadoğu'daki çıkarlarını korumak ve nihayetinde NATO'yu, giremediği topraklara Türk Ordusu üniformasıyla sokmak Türkiye'nin öne çıkan görevlerinden bazılarıdır.

Bu ve burada sayamadığımız daha pek çok neden dolayısıyla, Türkiye, emperyalist devletlerin ve onların savaş örgütü olarak NATO'nun önemli bir halkasıdır. Bu gerçek, emperyalist devletlerin Türkiye'yi neden kolladıklarını, bir toplumsal devrime karşı neden koruduklarını, ona karşı neden hiç bir ciddi yaptırım uygulamadıklarını ve uygulamayacaklarını da anlatıyor.

Yakın zamanda ABD'nin başına geçeceği kesinleşen Biden'ın yakın adamlarından Cartenper adındaki danışman bu durumu şu sözlerle ifade ediyor:

Ambargo uygulayarak, bir çeşit ekonomik çöküntü veya sonuçları arayarak, son nokta olarak Türkiye'yi köşeye sıkıştırmak istemiyoruz

Bu sözler Biden döneminde Türkiye ile yürütülecek ilişkilerin ipuçlarını da vermiş oluyor. Yine de şu sorunun yanıtı açıkta duruyor hala: Türkiye'nin emperyalist-kapitalist sistem açısından önemini anladık da emperyalistler, örneğin dinci faşist iktidarı ve onun başındaki adamı neden ısrarla destekliyor, ondan bir türlü vazgeçmiyorlar?

Bu da başka bir makalenin konusu olsun!