Hala hayatta olan burjuva partilerin en yaşlısına genel başkan dayanmıyor! Dahası, onlarla birlikte “Majestelerinin Hükümeti”ne başbakan, haliyle de “majestelerine” hükümet dayanmıyor! Dünyanın bu en aristokratik burjuva ülkesi, bir türlü başını siyasal krizlerden kurtaramıyor.
Anlaşılacağı üzere Britanya’dan ve onun Muhafazakar Parti’sinden bahsediyoruz. David Cameron, Theresa May, Boris Johnson, Liz Truss... Tüm bu genel başkan (ve haliyle başbakan) eskileri, “parti içi dengeler” üzerinden 10 Numara’ya (Londra’daki başbakanlık konutu) ulaşan, ve aynı dengeler vesilesiyle kendini sokakta bulan siyasetçilerden son dördü. Her yeni gelenin eskisini arattığı bu “çapsızlık yarışı”nın son galibi Liz Truss, hani şu “nükleer düğmeye basmaya hazırım” sözüyle “en kullanışlı aptal” olduğunu ispatlayan ve böylelikle “Majestelerinin Hükümeti”ni kurmakla görevlendirilen zırcahil, sadece 45 gün tutunabildiği o koltuktan atıldı.
Görünürde Truss’ın başını yiyen adım, zenginlere vergi indirimi hazırlığı oldu. En zenginlere uygulanan yüzde 45’lik gelir vergisini kaldırma niyetindeydi. Yaklaşık 45 milyar sterlini bulacak bir vergi indirimi paketi hazırlatan bu Thatcher özentisi, İngiliz Sterlininin hızlı değer kaybetmesi sonrası yakın dostu maliye bakanını kurban vererek kendini kurtarmaya çalıştı. Ama olmadı. İngiliz mali sermayesinin “Tanrılar”ı bizzat onun kellesini istedi. Ve göreve geldikten 45 gün sonra istifasını sunarak kellesini gümüş tepside majestelerine sundu!
Kapitalist toplumsal düzen gelir uçurumunu inanılmaz ölçeklere taşıdı. Yüzmilyonlarca insanı korkunç bir yoksulluğa ve açlığa sürüklerken, kelimenin gerçek anlamında bir avuç insana dünyanın tüm zenginliklerini sundu. İnsanlığın yüzde doksanına yıkım üstüne yıkım getirdi. Ve böylesi bir ortamda cehalet yarışının bu şampiyonu çıkıp, bu bir avuç zengine vergi indirimi getirmeye soyundu! Böylesi bir adımın yaratacağı “toplumsal depremleri” hiç hesap etmeden hem de!
Elbette Truss, kendi keyfinden böyle bir adım atmadı. Derin bir bunalımın dipsiz kuyusuna yuvarlanan İngiltere ekonomisi için 40 yıl öncesinin hazır reçetesini uygulamak istedi. Thatcher’i örnek alması boşuna değildi. Sistem krizdeyse, krizden çıkış için ya emek bedel öder, ya da sermaye sınıfı. Bunun ortası yoktur. O da pürü pak bir sermaye temsilcisi olarak, emekçi yığınları hedefe koymaya kalktı. Ama ne dünya 40 yıl öncesinin dünyası, ne İngiltere o günün İngiltere’si! Şu ahmak burjuvalar çeşitli “tarihsel kişilikler”in ancak o tarihsel dönemlerin ürünü olduğunu bir türlü anlayamıyor. Aynı Thatcher-Reagan ikilisinin bu dönemde kapitalist sistem için dişe dokunur hiç bir adım atamayacaklarını anlayamıyor.
Bu, işin abecesi denebilecek bir bölümüdür. İkinci yönü ise şu. Günümüz kapitalist toplumlarında her yeni gelen yönetimin çap ve yetenek olarak gideni aratır durumda olması, ve bunun genel bir durum haline gelmesi, bir bütün olarak kapitalizmin evriminin dışında anlaşılabilecek bir şey değil. Çürüyen, çöken, dökülen bir düzen, “zamanın ruhu”na uygun olarak yoz, çürümüş, güçsüz ve çapsız yöneticilere ihtiyaç duyuyor. Öyle uzaklara gitmeye gerek yok. Son on-on beş yılın burjuva yöneticilerine bakmak yeterli. Özellikle emperyalist ülkelerde “lider” diye iş başına getirilenlerin ortak özelliği, boğazlarına kadar yolsuzluğa, çeşitli türden suçlara bulaşmış, güçsüz ve çapsız insanlar oluşlarıdır. Biden tipik örnektir buna...
Bunu bir genel eğilim ve çizgi olarak görmek gerek. Şu sıralar ABD ve Avrupa’yı saran ve sarsan skandallar zincirine bakın. Avrupa Birliği’nin bürokrat yöneticilerinden Almanya şansölyesine, Macron’dan Miçotakis’e, Sanna Marin’den, bizzat kendi oğlunun yakıştırmasıyla “pedofil” Biden’a... Ardı arkası kesilmiyor sandalların.
Kuşkusuz her toplumsal/tarihsel olayın kendi iç dinamikleri, üzerine eğilmeyi gerektiren tonla ayrıntısı vardır. Bu türden olaylar ele alınırken bolca ayrıntı, iç siyasi dengeler, hesaplar, hesaplaşmalar, çeşitli figürlerin sürece etkileri... ele alınır. Tıpkı şu aralar basında sıkça yapıldığı gibi... Fakat değerlendirme ve çözümlemeleri bunlarla sınırlı tutmak, ağaca bakarken ormanı görmemek demektir.
Bu açıdan “son kurbanı” Liz Truss olan İngiliz siyasal krizi, tekil bir olay değil. Avrupa Birliği’nin üç devi Almanya-Fransa-İtalya, siyasal krizlerle ve skandallarla boğuşuyor. Belirtmek gerekiyor ki, gözümüzün önünde yayılan bu siyasal krizleri Rusya-Ukrayna (NATO) savaşının derinleştirdiğini kabul etmekle birlikte, mevcut olay ve kriz, bu savaşın sonucunda ortaya çıkmış değil. Tam tersine, bu mevcut savaş ve daha bir dizi çatışma, günümüz kapitalizminin sürekli derinleşen bunalımının bir sonucudur. Daha öncesi olmakla birlikte, özellikle son çeyrek asırdır tüm yerküre, en başta emperyalist ülkeler, derin kriz ve bunalımlara sürükleniyor; işçi ve emekçi eylemleri yükselen bir çizgi izliyor. Bu eğilime paralel bir şekilde dünya genelinde emperyalist saldırganlık, savaşlar, darbeler, kanlı çatışmalar yoğunlaşıyor.
Gelişmeleri bu şekilde görmeye başladığımızda, mevcut Rusya-Ukrayna savaşının, günümüz Avrupa’sındaki ekonomik ve siyasi krizlerin nedeni değil, sonucu olduğunu anlamaya başlıyoruz. Ve kuşkusuz, savaş ve savaşın yarattığı koşullar, iktisadi yıkımı ve siyasal krizleri derinleştiriyor.
Her büyük bunalım dönemine emekçi yığınların eylem, isyan ve ayaklanmaları eşlik eder. Savaş, yıkım ve yok oluş sürecinin karşıt kutbunda, devrimci kalkışmalar ve devrimler yer alır. Bugün gözlerimizin önünde en yalın haliyle yayılan işçi grevleri, emekçi isyanları, ayaklanmalar, muazzam bir devrimci dönemden geçtiğimizin kanıtıdır. Burjuva düzenleri skandallar ve siyasal krizlere yuvarlayan şey, işte emekçi milyonların bu isyancı mücadeleleridir.
Büyük altüst oluş dönemi olgunlaşıyor. Liz Truss’ın bu rezil rüsva gidişini pek yakında Galya horozunun ötmesi takip ettiğinde, Avrupa’nın göbeğinde kızıl bayrakların şölenine tanık olacağız!