“Rakamları hiç sevmem” demiş Shakespeare, “kim nereye isterse oraya götürebilir yularından tutarak onları”. Bizim dinci faşist yöneticilerimizin bu rakam cambazlığını görseydi, acaba ne derdi Shakespeare?
Şimdi bu “rakam cambazları”nın yeni konusu, asgari ücret oldu. Malum, bugün bizzat dinci faşizmin başı açıkladı rakamı:4253 TL! Zaten onun açıklayacağı ilan edildiğinde nominal olarak göz boyayacak bir rakam olacağı anlaşılmıştı. Öyle de oldu. “Yüzde 50’lik bir zam” ile tüm ülkeyi sevince boğdu “asrın dünya lideri”!!
Ne de şatafatlı bir vaveyla koptu ardından! Bahçeli (“ökonomist” olarak) “yüreklere su serpmiştir” dedi. Soylu, müjdeyi işçilere değil patronlara vermeyi tercih etti: “İşverenlere güzel haber; gelir ve damga vergisi kalktı.”
Burjuva muhalefet de koroya farklı tınılarla giriş yaptı. RTE’nin deyimiyle “Gelin hanım”, belirlenen asgari ücretten gayet memnun bir şekilde “demek ki muhalefete kulak vermek herkesin işine yarıyormuş” dedi. Kılıçdaroğlu, Kafdağı’ndan kar bağışlarcasına “CHP belediyelerinde, yani sosyal demokrat belediyelerde asgari ücret 4500 TL olacaktır” diyordu.
Bunca rakam cambazlığı ile ilan edilen yeni asgari ücret, halka “muazzam zam” olarak yansıtılan bu artış, özünde sene başındaki asgari ücretten bile gerideydi oysa. Nominal (saymaca) olarak yaklaşık yüzde 50 artan ücret, alım gücü bazında daha da küçülmüş durumda. Döviz karşılığı ise çok daha vahim. 386 dolardan 275 dolara gerilemiş bulunuyor. Önümüzdeki günlerde bu gerilemenin daha da büyüyeceğine kuşku yok!
Kısacası, hükümetiyle muhalefetiyle burjuva siyaset, emekçi yığınları kandırmak için ellerinden geleni yapıyor. Rakam cambazlığında sınır tanımıyor.
Patronlar da durumdan memnun. MÜSİAD gayet açık sözlü bir şekilde ifade etti durumu: “Yeni asgari ücretteki artış oranının geçtiğimiz seneye göre getireceği ilave maliyetin azaltılması hususunda, Damga Vergisi ve Gelir Vergisini kaldırarak işverenin yükünün 450 TL azaltılması; iş dünyası temsilcileri olarak bizleri oldukça memnun etmiştir.”
Asgari ücret nedir? Yasal açıdan, bir ülkede işçi ücretlerinin en alt sınırını ifade eder. “Bundan daha az ücret verilemez” anlamına gelir. Ekonomik açıdan ise, vasıfsız/yalın emeğin (emek-gücünün) değerinin fiyat olarak ifadesi olması gerekir. Bu da o emek-gücünün sahibi olan işçinin yeniden ve yeniden çalışabilmesi için gereken beslenme, barınma, türünün devamı vb. ihtiyaçlarının karşılanması için gerekli minimum giderleri ifade eder. Uzun boylu hesaplamaları bir kenara bırakır ve pratik bir şekilde ifade etmek istersek, dört kişilik bir aile için belirlenen yoksulluk sınırının kabaca yarısı, asgari ücretin ne olması gerektiğini gösterir. Bugün için bu, yaklaşık 5300 TL civarındadır. Güncel kriz koşullarında bu rakamın son derece geçici olduğu, kısa sürede “eriyip gideceği” açıktır.
Teorik bakımdan asgari ücret, emek ordusunun sınırlı bir kesiminin emek-gücünün değeridir. Öyle olması gerekir. Oysa Türkiye’de asgari ücret, yalın emeğin (yani belirli bir kısmın) ücreti değil, ortalama ücret haline gelmiş bulunuyor. Yapılan hesaplamalara göre emekçilerin yarısından fazlası, yüzde 60’lık bir kısmı için geçerli ücrettir asgari ücret. Bu haliyle yukarıda özetlenen durumdan çok daha vahim bir tablo söz konusu. Yani kapitalist ekonomi politik açısından olması gerekenin altında olan asgari ücret, sadece yalın/vasıfsız emek için değil, kalifiye emek için de genel olarak uygulanan bir ücret durumunda. Sömürünün büyüklüğünü varın siz hesaplayın!
İşin iktisadi yönü bu. Yani kapitalist iktisat sınırları içinde, kapitalist düzende, bu işin hesabı kitabı kabaca böyle. Burada söylenenler, kolayca anlaşılacağı üzere, sadece sistem açısından sorunun ortaya konuşundan ibaret. Ama asla sorunun çözümüne dair gerçeklikler değil.
Burjuva siyaset dünyası, yukarıda gördüğümüz gibi, hükümetiyle ve muhalefetiyle, rakamlar üzerinde kimi farklılıklar dile getirseler de, özünde, verili sömürü düzeninin mevcut haliyle devamı konusunda tam bir uzlaşı içinde tartışmaya dahil oluyorlar. Bunda şaşılacak bir şey yok. Eşyanın tabiatı gereği böyle olması normal. İşçi ve emekçiler açısından asıl sorun, işçi örgütlerinin ve kendini sosyalist olarak adlandıran parti ve hareketlerin, aynı tartışmaya salt rakam açısından katılıyor olmalarıdır.
Bu bir eğik düzlem. Bir kere zemin diye ayağınızı oraya bastınız mı, aşağı doğru kaymanız kaçınılmaz olur. Burada asıl mesele, olguları ele alırken o eğik düzlem yerine sağlam referans noktaları belirlemekte. Uzun sözün kısası, hangi sınıf adına, hangi tarihsel perspektiften olaya yaklaştığınızda.
Tartışmaya katılan pek çok işçi örgütünün ve siyasal parti ve örgütlerin içine yuvarlandıkları durum, tam da budur. Adında “devrimci” ibaresini taşıyan DİSK, yaptığı açıklamada, “çözüm” adına sunduklarıyla bunun güzel bir örneğini vermektedir. Muğlak bir “Asıl çözüm örgütlü toplum ve sendikalı işçidir!” ifadesiyle asıl mesele geçiştirilmektedir. “Örgütlü toplum ve sendikalı işçi” neyi hedefleyecektir? Sürgit devam eden kapitalist sistemde ücret pazarlıklarını ve kimi hakları mı?
Hiç kuşku yok ki, işçiler günlük olarak “ekmek kavgası” yürütmek zorundadırlar ve yürütürler. Asgari ücret konusunda da, diğer konularda da bu türden günlük mücadelelere girerler. Ama tüm bakışı, tüm ufku, bu “günlük mücadele” ile sınırlanan işçi, gerçek anlamda sorunlarını çözemediği gibi, elde ettiği kazanımlar da (tabii bunları elde edebildiği oranda) geçici bir nitelik taşır.
Dahası, bu türden bir sınırlanmış bakış, kapitalizmin yarattığı sefaletin kanıksanmasından, meşrulaştırılmasından başka bir sonuç yaratmaz. Kendini daha iyi ücret ve çeşitli ekonomik-sosyal kazanımlarla sınırlayan mücadele, gerçekte, kendini kapitalist sömürü düzeniyle sınırlamış demektir. Ekonomizmdir, sosyal reformizmdir.
“Kapitalizmde asgari ücretin tek bir anlamı vardır, azami sefalet!... Asgari ücret asgari geçim; asgari geçim azami sefalettir. Buna razı olmak, boyun eğmek, sadece günlük ekmek peşinde koşmayı getirir. Bu da uzağı görmeyi engeller, işçi sınıfını gerçek kurtuluşundan, dünyayı değiştirme devrimci hedefinden uzak tutar. Ufkunu ekonomik mücadeleyle, fabrika duvarlarıyla sınırlayan, buna izin verenler, küçük-basit, geçici-oyuncak zaferlerle yetinir.”
Aslolan bu sömürü düzeninin yıkılmasıdır. Kapitalist özel mülkiyetin ortadan kaldırılarak yerine üretim araçlarının toplumsal mülkiyetinin geçirilmesidir. Gerçek kurtuluştur. Bu temele bağlanmayan hiçbir mücadelenin başarı şansı yoktur. Bu sömürü düzeni devam ettikçe emekçi sınıfların payına daha beter sefaletten başka bir şey düşmeyecek.