Sanatta Öz-Biçim Sorununa Nasıl Yaklaşmalıyız?
Aristotales’ten bu yana pek çok sanatçı, biçimi, sanatın ana öğesi olarak gördüler. Öz ise yardımcı bir unsurdu onlar için. “Salt biçim gerçekliğin özüdür” diyen sanatçı ve düşünürlere göre, madde biçim haline gelmek, kusursuz biçimi gerçekleştirmek ve böylece kusursuz olmak için, kendisini mümkün olan en fazla ölçüde biçimin içinde eritme yönünde bir itkiyle hareket eder. Yeryüzünde her şey bir biçim ve madde bileşimidir, biçim ne denli ağır basarsa, maddenin görüşlerinden o ölçüde kurtulur, eriştiği yetkinlik o ölçüde büyük olur.
Biçim daha fazla sabitken, öz hareketli ve değişkendir. Bu anlamıyla biçim tutucu, öz ise devrimcidir.
Bir eser yaratılırken duyulan biçimsel değişiklikler eğer özün zorlaması biçiminde oluyorsa geliştirici, ilerleticidir. Yok, eğer özden bağımsız bir arayışsa gerileticidir. Biçimsel değişiklikleri zorunlu kılan şey, özde yaşanan değişimlerdir. Artık yeni özün eski kalıpların içerisine girememesidir. İşte o zaman biçimsel değişiklik zorunluluk haline gelmiştir.
Burjuva sanat öz-biçim tartışmasında biçimi öne çıkarırken, buna karşılık Marksistlerin yaklaşımı yalnızca özü öne çıkarmak olmamalıdır. Bu yaklaşımın yarattığı kötü eserler, estetik değeri olmayan üretimler devrimci sanat cephesinde yapılmıştır, bunları görmezden gelmemeliyiz. Sanat üretiminde duyulan estetik kaygı olmazsa olmaz koşuldur, ama bu mücadelenin önüne geçmemelidir. Estetik değeri güçlü bir eserle yaratacağımız etki ile estetik değeri düşük bir eserle yaratacağımız etki aynı olmayacaktır.
Sanat dünyayı özümlemenin bir biçimidir. Dışımızdaki dünya sürekli değişim ve dönüşüm içindedir. Üretim ilişkileri ve toplumsal ilişkiler değişime uğruyor, içinde bulunduğumuz toplumsal çevre değişime uğruyor. Kısacası, özümleyeceğimiz dünya daima bir evrim, devinim ve değişim içindeyse, o dünyayı özümlemenin bir biçimi olan sanatta değişime uğrayacaktır.
Nasıl ki insanlık tarihi çeşitli tarihsel evrelerden geçmişse, yani, insanlık ilkel komünal dönem, kölecilik dönemi, feodalizm, kapitalizm ve sosyalizm gibi dönemlere tanıklık ettiyse, sanatta, mağara duvarlarına çizilen ilk resimlerden bu yana farklı dönemlerden geçmiştir. Toplumsal dönemlerin değişmesiyle, insanların duygulanımı, aşk anlayışı ve bunun sanatsal yansımaları da değişiyor. Peki, sanat, dünyayı yalnızca özümlemek için, onu bir üst düzeyde soyutlamak için mi vardır? Tabi ki hayır, sanat yalnızca dünyayı bir özümleme biçimi değil, onu değiştirme gücüdür de. Sanat, egemen sınıf açısından da ezilen sınıflar açısından da önemli bir silahtır. Egemen sınıflar, sanatı, egemenliklerinin devamı için tarihsel gelişmenin tersi yönde kullanırken, ezilen sınıflar geleceklerini kazanma adına sanatı mücadelede etkin bir güç olarak kullanmalıdırlar.
21.yüzyılda şunu iyi biliyoruz ki; sanat gerçekten gerekli bir şey... Bu gerekliliğin nedeni, bizi eğlendirmesinden mi geliyor, yoksa eğitmesinden mi? Kimilerinin dediği gibi boş zaman doldurmasından mı? Yoksa çok farklı bir nedene mi dayanıyor sanatın bu gerekliliği?
Artık şunu da çok iyi biliyoruz ki, insana tarihsel yürüyüşü boyunca yoldaşlık etmiştir sanat. Doğadan öykünerek başladığı serüvenine, insan, kendi yaratıcılığını ekleyerek, insanlaşma sürecini hızlandırmıştır.
Artık şunu da iyi biliyoruz; sanat toplumsal mücadele de önemli bir yere sahip ve bu önemi her geçen gün biraz daha artıyor. Kapitalizmin insanı tüketen, çürüten yanı karşısında, emperyalist kültür hegemonyasına karşı, sanatın gücünü ortaya koymak önemli bir olgudur artık.