Seçim öncesi hükümetin ayakyoluna dönen Londra’da, masada görüşülen esas konu, hazinenin kimin kontrolünde kalacağıydı. Dinci-faşizm, son on yılda yaptığı gibi, hazineyi kendi yandaş tekellerine sağmal inek hizmetine koşmaya devam mı edecek, yoksa borcu kaf dağını aşan banka ve şirketlerin kurtarılmasına mı kullanılacak?
Görünen o ki, dinci-faşizm tutumunda ısrarcı. Ne var ki, memesine tüm yandaşların gömüldüğü o holstein ineği gitti, yerine tek boynuzunu meme sanan teke kaldı. Şu günlerde hazinenin kasasına madeni para atsan, yankısı bir dakika sürüyor. 13 Haziran’da kalan para, tl hesabıyla 9 milyar. Elbette, gerçek yaşamda, toplanan tüm vergilerin ve diğer paraların yığıldığı bir hazine sandığı yok. Tüm paralar, bankalarda mevduat biçiminde duruyor. Anlayacağın üzere, kasa hırsızlara emanet!
Tek boynuzlu tekenin taliplisi o kadar çok ki, her ayağından çekiştirip duruyorlar ve sonunda teke parça pincik olacak. Hazinenin peşindeki korsanların en önemlisi, Londra’ya postu sermiş uluslar arası mali sermaye. Son yıllarda bol kepçe dağıttıkları kredi borçlarıyla, Türk bankaları ve şirketlerini iyice obez hale getirmişlerdi. Gece boyu vur patlasın eğlenen hovardanın önüne, pavyon sahibi hesap ekstresini şöyle bir uzatıverdi: “Oldu 500 milyar dolar! Tamam mı, devam mı?” Ne yapacaktı hovarda? Param yok deyip hemen oracıkta temiz bir dayak yemek yerine, eğlenceyi sürdürdü. Öte yandan, bu hovardanın yani Türk banka ve şirketlerin ciddi bir borç çevirme sorunu, “credit crunch” yani borç yükü altında çatırdayıp kırılma riskine dair raporlar yağmaya başladı. Üstelik enflasyon, elinde kırbaç, önünde faizleri de koşturuyor.
Büyük korsan, uluslar arası mali sermaye, bu hikayeyi çok gördü, sonunu iyi biliyor. Böyle ağır borç yüklerini, fazla zamana yaymadan, en hızlı ve güvenceli biçimde gidermenin yolu, hepsini kamu borcu haline getirip, hazineye el koymaktır. Tüm kamu gücü ve zoru ile devlet aygıtı, bütün emekçilere, ağır bir vergilendirme, emeklileri süründürme, tüm kazanılmış hakları lup edip, bir avuç tekelin borcunu, onmilyonları kölece çalıştırıp ödetme yoluna gidebilir. Emekçileri, kırbaç şakladığında hizaya giren köleler gibi görenler, nasıl yanıldıklarını anlayacaklar.
Hazinenin diğer taliplisi bankalar; son on yılda en başta inşaata, madene, toptancı ticarete, son birkaç yılda ise KOBİ’lere kredi dağıtan bankalar. Yalnızca KOBİ’lere dağıtılan hazine garantili kredi miktarı, bir yıl boyu hazineye dolan paraya eşit. İnşaatçıların betona-demire gömdükleri o parayı, belki tüm o yapılara el koyarak yeniden elde etme olasılığı var. Peki ama, küçük tezgahlarıyla 300 bini aşan KOBİ’leri hangi banka ne yapsın! Diyelim yüklü banka borçları için Telekom gibi dev bir tekele el koymak, şirketin başına birkaç banka temsilcisi atamak mümkün. Peki ya, bir cebinde üç banka kartı, diğerinde iki kredi kartı ile dolaşan ve sayıları 32 milyonu bulan emekçilerden borçlar nasıl tahsil edilecek? Her birinin kapısına dayanacak banka avukatı, icra memuru yok. Ama bu işin de en kestirme yolu Hazine’ye el koymaktır. Böylece bankalar adına tüm devlet aygıtı, adliyesi, polisi, ordusuyla, 32 milyondan her gram borcu söke söke alabilir. En azından bankaların umudu bu.
Talipliler çok ve epeyce hevesli, fakat on yılı aşkın süredir Hazinenin başına çöreklenip oradan muazzam servetler devşiren güruhun yağma sofrasını terk etmeye hiç niyeti yok. Tüm iktidarı boyunca dinci faşizm, her biri kendi alanında ciddi bir tekel konumuna ulaşan yandaşlardan kurulu bir rantiye çemberi yarattı. Bu tekeller servet biriktirdikçe, hazine yağmasının çapı da büyüdü. Kamu-özel-işbirliği yoluyla hastaneler, köprü ve stadyumlar inşa ettiler. Hazırlanan son planda bu türden 225 proje var ve ayrılan para 135 milyar dolar. Hali hazırda geçenden de geçmeyenden de para kesilen köprülere, hasta garantisi verilen (aman, musluktan içtiğiniz suya bile dikkat ediniz!) hastanelere ödenen milyarları da bir kenara yazalım. Yağma sofrasından düşen kırıntılara, “sosyal yardım” adı veriliyor. Ve geriye pek bir şey kalmıyor.
Gerçek anlamda dev boyutlara ulaşan bir para döngüsünden söz ediyoruz. Sadece bir örnek: Cengiz inşaat, sadece geçen yıl 10 milyar liralık ihale aldı. Peki, o kadar birikimi var mı? Elbette yok. Ama bir kere sırtını hazineye dayadın mı, istediğin krediyi bulur, işi tamamlar, karı cebe indirirsin. Zurnanın zırt dediği yer burası: Hazinenin anahtarını kaybettikleri gün, muazzam bir borç yığınıyla karşı karşıya kalacaklar. Hızla yükseldikleri yerden, aynı hızla çakılacaklar. Bunun için, değil seçimlerde hile-hurda, ne cinayetler işlenir!!
Bu meşveret dolu hikayede bir sorun var ki, Hazineyi tek boynuzlu tekeye çevirdi. Yine aynı örnekten gidelim: Cengiz’in 2017’de aldığı ihaleler, köprü, yol, enerji gibi maliyetini çok uzun yıllarda karşılayan işler. Fakat kullanılan kredi borcun ömrü çok daha kısa. Ne yapacak Cengiz? Bir önceki dönemin borçlarını yeni kredilerle kapatacak. İşte bu yüzden, irileştikçe emdiği kan arşı aşan vampirler için nice “çılgın proje” üretiliyor. Hazine, kısa zaman getirisi olmayan böyle projeler için, dışarıdan borçlanmak zorunda kalıyor.
Önemli bir noktanın altını kalın harflerle çizelim: bütün bu olan biteni, dinci-faşizmin özgül niteliğine, “Siyasal İslam”ın kültürel hegemonya ajandasına bağlayanları uyaralım. Tüm bu yağma-rantiye düzeni, tam ilhakı yaşayan bağımlı kapitalist bir ülkenin, tekelci kapitalizme özgü tüm ilişki ve yasalarının kaçınılmaz bir sonucudur. Eğer şimdi yürütme erkinin başında AKP değil CHP olsaydı, hiç kuşkusuz şimdilerde “Kemalizmin hortlayan Tek Adam rejimi”nden söz ediliyor olunacaktı. Her şeyi RTE ve kişiliğiyle açıklayanların, İnce’nin peşinde nasıl rezil rüsva olduklarını pek yakınlarda yaşayıp gördük. Fakat, “bu topraklarda her şey olunur, bir tek rezil olunmaz” lafı, şimdi en çok reformistler için geçerli. Bu önemli noktanın altını çizdikten sonra, devam edebiliriz.
Kontrolsüz, frensiz bu araba, nasıl bir duvara toslayacak, herkes az çok görüyor. sermaye de görüyor, son iki ayda milyarlarca dolar yurtdışına transfer edildi. Dinci-faşist iktidar, hazineyi ister elinde tutsun, isterse alacaklılara teslim etsin, onlar için yolun sonu göründü. her iki durumda da, inşaat-AVM blokuna dayalı iktidar kolonları yıkılıyor. inşaatları durduran faizler; faize dokunulduğunda fırlayan döviz kurları, bu iktidar kolonlarına iki taraflı tekmeler savuruyor. Peşi sıra bankaları ve sanayi tekellerini de sürükleyecek bir düşüş yaşanıyor. Bu düşüş ve çöküşün yanında, 2001 krizi bir çocuk oyunundan farksız kalacaktır.
Mükemmel bir devrim fırtınası için, bundan daha uygun bir dizi koşul pek az bulunur. Emekçiler, kredi kartı harcamalarının yarısını, temel gıda maddeleri için yapıyor. Yarın bir "credit crunch", onmilyonları doğrudan açlık tehlikesine itiyor. Şimdi denecek ki, 2001 krizinden bir devrim çıkmadı, şimdiki kriz neden bir devrim doğursun? Cevabımız şu: Eğer son seçimlerde girdikleri rezil durumları yeterince kullanır ve oportünizmin emekçiler üzerindeki bozucu etkisini azaltabilirsek, krizle birlikte, hali hazırda öfkenin önünde hiçbir güç duramayacaktır. 2001 krizinde açlık, geniş bir kesime yayılmadı, toplumun en alt tabakalarını doğrudan etkilemekle kaldı. Bu tabakanın hemen üstündeki çok kalabalık bir emekçi katmanı ise, hemen yanıbaşında yaşanan açlığın yaydığı tehditle, önüne çıkan her zehire, vaad kırıntısına sarılmıştı. Oysa şimdi, sadece tehditle değil, ama açlığın kendisiyle doğrudan karşılaşan kalabalıkları, zehirli yalanlar ve vaadlerle oyalama imkanı yok. Çünkü, açlık beklemez, vaadlerle karnını doyuramaz. 2001'de emekçi yığınlar, krizin hesabını sandıklarda sorma planları pekala yapabilmişti ve o zamanki hükümeti neredeyse sıfır derecesine indirerek, bu yolu denediler. Şimdi biliyorlar, o yol kapalı. Tek açık yol, isyandır, devrimdir.
Bu kriz yolda değil, başladı sayılır. Devrimci yığınlara isyan etmek gerektiğini anlatmak bile, dönemi karşılamaz. Şimdi onlara, girişecekleri ve kaçınamayacakları bu isyanda nasıl zafere ulaşacaklarını anlatmak, çok daha önemli.
Şiar Coşkun