Hasta krizde, hem de çok fena: Titriyor, kasılıyor, ağızından köpükler saçılıyor, sık sık nefesi kesiliyor... Ama o da ne? Dinleyin hele! Kulaklarınıza hiç siren sesleri geliyor mu?
Borçlar dağ olmuş şirketleri boğuyor, bütçe delik deşik, hazinede para olup olmadığını bilen yok, döviz kurunu tutabilene aşk olsun, Tahtakale'de aracılar fişlerini çekiyorlar... Ama, ne IMF'den bir vaad, ne Dünya Bankası'ndan bir reçete çıkıyor. Hani nerde o ABD'nin alışıdık “stratejik müttefikliğin önemi” üzerine nutukları ya da Avrupa'nın “güvenliğimizin garantisi ortağımız” pohpohlamaları...? Tam tersine, emperyalist efendiler ve onların uluslararaı sözcüleri, “vurun abalıya” tutumunda...
Neden? Çünkü onlar Türkiye'yi çoktan beri “madendeki kanarya” ilan etmişlerdi. Kanaryanın görevi, madendeki felaketin haberini almaktır ve bu görevi ancak ölerek yerine getirebilir. Bu yüzden, madendeki kanaryaya hiç kimse ilk yardım desteği sunmaz.
Burjuvazi için kötü haber şu: Türkiye'de ekonominin ve onunla birlikte dinci-faşist hükümetin olası çöküşü, emperyalist-kapitalist sistemin küresel boyutta işleyen birikim mekanizmalarının çöküşüdür. Proletarya için iyi haberse şu: Eskinin yerini alacak yeni birikim mekanizması yok... Bu noktada, sermaye sınıfının esas sorunu, bu yıkımı önleyebilecek güçleri toparlamak değil, çünkü buna imkan yok; ama ortaya çıkacak enkazın üzerinde proletaryanın kızıl bayrağının dalgalanmasını önlemektir. Tüm tercihler, tüm adımlar, buna göre atılıyor. Ne var ki, sermaye düzenini bozguna uğratacak en derindeki çelişki bu noktada yüzeye çıkıyor: burjuva sınıf, kendi birliğine en çok ihtiyaç duyduğu zamanda, yani çöküşün ve devrimin ayak seslerinin duyulduğu zamanda, özel çıkarları ön plana çıkarma refleksiyle kendi ayağına kurşun sıkmaktan kendini alamaz.
Dinci faşizmi baskın seçime zorlayan esas etmen budur. Özel çıkarları ölümcül bir rekabet biçiminde kesinleştiren, kaçınılmaz çöküş.
90'lı yıllar boyunca, Uruguay, Ruanda, Washington konsensüsü, MAİ-MİGA, DTÖ toplantıları gibi bir dizi anlaşmaya çerçevesi çizilen yeni küresel işbölümü ve birikim modelinde, bağımlı ülkelerin üretim ve iç pazarları, emperyalist pazarların doğrudan bir uzantısı haline getirilmişti. Bu birikim modelinde, bağımlı ülke hükümetlerine düşen görev, bu sermaye ve mal akışının sürekliliğini sağlamaktı. Bunun için, bir dizi kural kondu. Bu kuralların en başında hükümetlere “Merkez Bankası'na ve kombiyo rejimine dokunma” yazılıdır.
Bu öylesine katı bir kuraldır ki, Adem'e yasaklanan elma gibidir. İlk günah son hata olur ve Adem cenetten kovulur. Tüm bağımlı ülkelerin olduğu gibi bu topraklarda da, bu tam ilhakçı bir dizi kuralın doğal sonucu şu oldu: Merkez bankası ve diğer banka rezervleri Londra'nın denetimindedir. Hazineleri ise hükümetlerin... Dinci-faşizm, yasaklı meyveye dokunmadığı sürece cennetin bahçesinden sonuna kadar yararlandı; Hazine, sürekli gelen sıcak para, bunun şişirdiği tüketim sayesinde, dolaylı vergilerle yağma böreğine döndü ve bu yağlı börekten, yandaş tekeller arsızca yararlandılar.
2008'de başlayan ve halen devam eden küresel buhran altında bu birikim ve işbölümü stres sınavından geçemedi, çuvalladı. Önce emperyalist merkezler, kendi kutsal yasalarını hiçe saydılar, bütün özel borçları kamulaştırdılar. Bağımlı ülkelerin de aynı yoldan ilerlemesi kaçınılmazdı, felaket başka türlü önlenemezdi. Ve felaket kapıya dayandığında, dinci hükümet, tüm burjuva dünyası nasıl davrandıysa, öyle davrandı: Özel borçların bir kısmına Hazine güvencesi sağladı. Ve sıra bu kez felaketin diyetini ödemeye geldiğinde, yine tipik bir burjuva gibi davrandı: kendi özel çıkarlarını, tekelci sermaye sınıfının genel çıkarlarının önüne geçirdi.
AKP, gelinen aşamada, ya faizi dramatik ölçülerde yükseltecekti ya da döviz kuru ve enflasyon artışına seyirci kalacaktı. Faizi yükseltse, kendi yandaş tekellerine, yani inşaat-AVM blokunu uçurumdan aşağı yuvarlamış olacaktı. Döviz kurunu bıraksa, borç içinde yüzen sanayi boğulup gidecekti. Dinci-faşizm, faizi uzun süre baskılayıp inşaat-AVM blokunu ayakta tutamayacağını pekala biliyordu. Bu yüzden, kendi yandaş tekel blokunu sanayi ve bankacılıkta tekel kurmuş ve esas tam ilhakçı işbölümünü yürüten sermaye gruplarının yerine geçirmeye kalkıştı.
Bu yolda adım adım ilerledi. Önce, merkez bankası rezervlerine el koyacak “Tek Hazine Hesabı” kanunu hazırladı. Böylece faiz ve döviz kurunun kontrolünü ele geçirmiş olacaktı. Bundan sonraki adımlar daha kolay sonuç verebilirdi: Şirketlere döviz cinsi borçlanma yasağı kondu. Büyük döviz borcu olan tekellere de şu teklif sunuldu: “Hisselerinizi borsada satın, borçlarınızı böyle ödeyin: Sanayi ve bankalara çöreklenmiş tekellerin, bu adım adım örülen yolun nasıl bir kapan olduğunu görmeleri için, Hürriyet gazetesinin satışı yetti de attı. Kamu bankaları, tüm dünyadan büyük borç toplamış, bir yandaş tekelin cebine koymuştu ve o da gidip, tek hamlede Doğan Holding'in işini bitirmişti. Borsaya davet edilen büyük şirketleri nasıl bir son beklediğini anlamak için, bundan daha fazlasını görmeye gerek yoktu.
Hürriyetin satışı, tam ilhakı yürüten sanayi ve banka tekellerine alarm zilleri çaldırdı. Ve böylece, Londra üzerinde geliştirilen döviz manipülasyonuyla, dinci-faşist hükümet baskın seçime zorlandı. Kısaca, bu baskın seçim, ne MHP'nin kafasında çakan bir şimşekti, ne de bizzat Erdoğan'ın tercihi. Hürriyetin el değiştirmesinden ürken tekelci sermayenin dinci-faşizme bir ders vermek için başlattığı döviz manipülasyonunun sonucuydu.
Seçim kampanyası, dinci faşist hükümet üzerinde döviz kuru şantajını yoğunlaştırmak için bulunmaz fırsatlar doğurdu. Ve nihayet dinci-faşizm, ilk teslim bayrağını çekti. En büyük günahtan, yani “paraya, Merkez Bankası'na dokunmak”tan kaçınacağını ilan etti. Fakat bu kavga, başka bir gerçeği ortaya çıkardı. Madendeki kanarya ölüyor ister faizler dramatik ölçülerde artsın,ister bastırılsın, her iki durumda da ekonomik çöküş artık kaçınılmazdır. Öyleyse, en başta Londrayı mesken tutan trilyonluk fon yöneticileri, sonra bunların uzantısı banka ve sanayiciler, baskın seçimle hükümete aday olan partilerden şunu bekler. Faize, paraya dokunamayacaksınız, o belli de, ortaya çıkacak enkazın üzerinde proleter kızıl bayrak dalgalanmasın diye, neler yapabilir, ne kadar ileri gidebilirsiniz?
Şu iflah olmaz reformizm, hani diyor ya “Hele şu Saray rejiminden bir kurtulalım, azıcık rahat nefes alalım!: Ahmaklığınıza doymayın. Olur da, dinci-faşizm, seçimlerde yenilgiyi kabul eder; yeni kurulacak hükümet kucağında patlamaya hazır bir bomba bulacak: Çökmüş bir ekonomi, delik deşik bir Hazine. Şimdi soru şu: Eğer izin verir ise, RTE'nin yerine geçecek kişi, tüm bu sorunları tekelci sermaye lehine çözmekten başka bir derdi olacak mıdır? Elbette olmayacak. Bu konuda şüphesi olan, ya halkı kandıran bir şarlatandır ya da iflah olmaz bir ahmak...
Peki sarayın yeni müdavimi her kim olacak ise, bu sorunları tekelci sermaye lehine çözmek için hangi önlemleri alacak? Biz söyleyelim: Tüm kemerler sıkılacak, vergiler artacak, işsizlik ve yaygın iflasların ateşlediği isyanlar bastırılacak. Hatta, bütün bu iç sıkıntılardan, dikkatleri başka bir yana çekmek için, bölgesel bir savaşın tarafı olunacak. Şu an Ortadoğu, tam da böyle bir savaşta herkesi net bir tutum almaya zorluyor.
İşe yaramaz kafalarına oksijen gitsin diye “Biraz nefes almak” peşinde koşan reformist beyler, hadi şu soruya da bir cevap verin. Size nefes aldıracak kişi ya da partiler, tüm bu 'tekelci çözüm'ler için, hangi aygıtı işbaşına sürecekler dersiniz? Hiç kuşkunuz olmasın: dinci-faşizmden devralınan aygıta, yani OHAL düzenine. Ve tabi, “verilen sözlerin takipçisi olacağız” diye şimdiden emekçi halklara güvenceler dağıtan siz reformistlerin ahmaklığı da, bolca işe yarayacaktır.
Şiar Coşkun