On yıllarca Ortadoğu’da devrimlere karşı emperyalizmin jandarmalığını yapan işbirlikçi tekelci devlet, görevini ifa ederken, on bir yıl önce emperyalizmin çıkarları adına Suriye’yi kendisinin yöneteceği hayalini kurdu. Nesnelliğin ona başarısızlık çarklarını çevirdiğini ise yalnız kendisi bilmiyordu. Siyasi literatürde buna öngörüsüzlük dense de, burnunun ucunu görememek de denebilir.
Savaş ve yıkımla milyonlarca insan yerinden yurdundan edildi ve dinci faşist iktidar, beklemediği oranda göçmen akınıyla karşılaştı. Herkese bunun geçici olduğunu söylese de, savaşın uzaması ve yıkımın büyüklüğü kalıcı bir göçmen sorunu yarattı. Ona kalan seçenek bunu “mutlu bir kazanç/kar” kapısı olarak kullanmaktı. Tekstil, mobilya, deri ve daha bir çok sektörde, hiçbir sosyal hakkı olmadan, ucuz Türkiyeli işçiden daha ucuz ve örgütsüz çalıştırabileceği yüz binler sayesinde bir taşla birçok kuş vurmanın sevinci, Emevi Camii’nde namaz kılamamanın tesellisi oldu. Bakanların sözleriyle “göçmen işçi olmasa ekonomi çökerdi”.
Ama onlar bununla da kalmadı, girilen Suriye topraklarında ne buldularsa ganimete çevirdiler. Zeytin ağaçlarının sökülmesi, fabrikaların vidasına kadar taşınması, petrolün yüklenmesi... Emperyalist ülkelerden aldığı milyarlarca hibe ise göçmenlere değil, savaş giderlerine kullanıldığı, aralarında pay edildiği göçmenlerin sefil hayatından anlaşılmakta.
Öte yandan, göçmen sorunundan farklı, ayrı bir olgu da dünya halklarının gözü önünde cereyan etti. Emperyalistlerin jandarması olarak eskiden el altından, istihbari alanda, kapalı kapılar ardında yaptığı işi, açıktan, aleni yapmaya başladı. Yani komünizmle mücadele kapsamında kurulmuş, desteklenmiş tüm gerici-dinci-faşist çetelerle olan işbirliği!.. Onların barındırılması, eğitilmesi, yeniden savaşa sürülmesi, hatta yenilerinin kurulması işi, dünya halklarının gözü önünde oldu. Ülke içinde bunu, “dış politika” diye yutturmaya çalışsalar da, hem Batı’da, hem Ortadoğu’da alabildiğine teşhir olduğu bir süreç yaşandı. Doğrusu, kargaların bile anlayıp güldüğü “kıskanıyorlar”, “gücümüzden korkuyorlar” savunuları, Nasrettin Hoca fıkralarına taş çıkarttı.
Bugünlerde ise, burjuva muhalefet ve onun yardımcıları aydın, gazeteci, yazar-çizer takımı, Afganistan’dan getirilen, neredeyse tamamı erkek olan ve çoğunluğu yıllarca orada emperyalistlerin ve NATO’nun her türlü hizmetinde çalıştırılmış Afganlarla birlikte, Suriyelileri de dahil ederek, sorun göçmen sorunuymuş gibi bir tartışma yürütülüyor. Öncelikle belirtelim, işbirlikçi tekelci faşist iktidarın niteliğini ve devrimin zorunluluğunu ortaya koymadan yapılan tüm tartışmalar, daima gerçeklerin üstünü örtmek, halkları kandırmak içindir.
Şu an, belki de, dünyanın hiçbir yerinde, sayıları on binlerle ifade edilen (yabancı) dinci-gerici-faşist çetelere doğrudan ev sahipliği yapan ülke yoktur. Bunlara göçmen, bu soruna da göçmen sorun demek, göçmen sorunuymuş gibi tartışmak, en bayağısından işbirlikçi tekelci devleti aklamak, ilerisi için de ırkçılığa tohum serpmektir.
Dün Suriye’deki dinci faşist çeteler için “onlar işbirliği yaptığımız Suriye güçleridir” diyen, bugün “Taliban'la aramızda fark yok” açıklamasını yapan dinci faşist iktidar, Mısır, Suriye, Libya, Tunus, Somali, Sudan ve Afganistan’ın dinci faşist örgütleriyle yalnızca yan yana değil, aynı safta ve koruyucu durumunda. Bu gerçeği, göçmenlerle birleştirip “demografik yapı bozuluyor”, “gericiliğin sosyal tabanı genişletiliyor”, “seçimleri böyle kazanmayı planlıyorlar” vs diye yorumlamak zeka ışıltısı değil, “politik aptallık” işaretidir.
Dünya batsa da, ufukları seçimlerden öteye geçmeyenler, dünya halklarının yalnız görüngülerden anladığı yalın gerçeği dillendirmekten bile acizler. Tekelci devlet için iki şey önemli: Birincisi, emperyalist sermayeye olan yoğun ihtiyacı ve en az giderle en yoğun sömürüyü gerçekleştireceği, örgütsüz, boyun eğmiş veya zorunlu bırakılmış emekçilere sahip olmak... İkincisi, devrimci iç savaşın adım adım ördüğü sondan kurtulmak ve bunun için de dinci faşist çetelerden faydalanmak.
Burjuva muhalefetten elbette, bu gerçekleri olduğu gibi dile getirmesini beklemiyoruz. Peki, öz itibariyle iktidarla burjuva muhalefet aynı olmasına karşın, burjuva muhalefeti bu kadar rahatsız eden şey ne? Evet, faşist dinci çetelere ev sahipliği yapmak, onları devrimci toplumsal ayaklanmaya karşı kullanma hevesinde olmak ayrı bir şey, onların iplerinin gerçekte kimde olduğu ayrı bir şeydir. Yani on yıllar boyu bu ipleri emperyalist ülkeler tutmuşlardır ve hala öyledir ve de buraya konumlandıran da onlardır. Bu da demektir ki, Emevi Camii’nde namaz kılma hayali gibi her şey boşa düşebilir. Üstelik yabancı istihbaratların elini kolunu sallayarak “oyun kurması”na da zemin hazırlanmıştır. On bir yıl önceki Esad’ın durumundan çok daha kötü bir duruma düşmüştür tekelci devlet. Bu mesele de “muhalefeti” dertlendiren (dert söyletirmiş) budur. Yoksa ne göçmenlerin sefaleti ne Türkiye işçi sınıfının, “demografik yapının” derdindeler...
Burjuva muhalefetin derdini bir kenara bırakalım, işçi sınıfının karşı karşıya olduğu görev ve sorumluluklara kısa değinelim.
Türkiye ve Kürdistan işçi sınıfı, göçmen emekçileri kendi saflarına, devrimci mücadelesine çekmeli, sosyalizmin kazanması için örgütlemelidir. Öte yandan, faşist iktidarın tüm dinci faşist çetelerle olan işbirliğinin kendisine karşı (işçi sınıfına karşı) olduğunu anlamalı ve faşizme karşı mücadeleyi iktidarın kazanılmasıyla (ki bu, ancak bir devrimledir) birleştirmelidir. Bütün çöküş dönemlerinde işler birbirine karışır, sular bulanır, her şey giderek daha karmaşık ve girift bir hal alır, ancak işçi sınıfının devrimci bilinci, durumu sadeleştirmeyi iyi başarır. Tıpkı Ekim devriminde, silahlı Bolşevik işçinin, tüm o politik karmaşanın ortasında sorduğu soru gibi: Kimden yanasın? İşçilerin iktidarından mı? Burjuvaziden mi?