Küresel çapta ve yaşadığımız topraklarda toplumsal sorunlar olağanüstü birikmiş, iç içe girmiş ve düzen sınırları içinde içinden çıkılmaz bir noktaya gelmiş durumda. Irkçı saldırılar, doğanın yok oluşu, göçmenlere yönelik tırmandırılan nefret saldırıları, seller, emekçilerin hayatlarının sermaye egemenliği tarafından yaşanılmaz hale gelişi, psikolojik ve sosyal çöküntü...
Yaşlı dünyamız emperyalist-kapitalist sistemin yıkıcı sonuçlarını her şeyiyle yaşıyor. Yaşadığımız topraklar kapitalizmin sosyo-ekonomik çelişkilerinin yarattığı toplumsal sorunların emekçi halklar, işçiler, kadınlar, gençler, LGBTİ+'lar tarafından bir nebze bile katlanılamayacağı bir noktaya evrilmiş durumda. Artık çelişkiler çok keskin, sorunlar iç içe ve halkların soylu öfkesi sınır tanımaz noktada.
Sermaye sınıfı ve onun faşist devleti binbir kurumuyla, medyasıyla, araştırma şirketleriyle toplumsal dinamiklerin bir ayaklanma noktasına vardığını fark ediyor. Bundan dolayı ayaklanmaya karşı her türlü teknik ve siyasal hazırlığı yaparken, işçi sınıfının birliğini bölebilmek, halkları birbirine kırdırmak ve gerçek düşmanın kim olduğunu gizleyebilmek için kesintisiz bir saldırganlık içine girmiş durumda. Dinci faşizm ırkçılık, milliyetçilik, şovenizm gibi kör bir nefrete, katıksız bir saldırganlığa ve akıl tutulmasına dayalı her türden gerici anlayışları gerici kitleleri diri tutmak, devrimci güçleri ve toplumu terörize etmek için örgütlüyor.
Bu gerici anlayışlar dinci gericilik ve komünizm düşmanlığı ile faşist devletin temellerini oluşturduğu gibi sivil faşist hareketin resmi görüşlerini de oluşturmaktadır. Tabii, bu belli kesimlerde dinciliğin ağır bastığı, bazı kesimlerde ise ırkçı faşist kafa ile ifadesini buluyor. Yani ırkçılık, ezilen ulus ve mülteci düşmanlığı sistematik bir şekilde gerici, karşı-devrimci kitlelere işleniyor. Eğitim sisteminin, devletin bütün resmi kurumlarının, her türlü gerici- faşist partinin, çeşitli sermaye organizasyonlarının canhıraş örgütlediği bu anlayış sokakta pratik saldırılar olarak ifadesini buluyor. Bu bakımdan sadece son 2 ayda yaşanan onlarca saldırı bizlere çok şey anlatıyor.
En son orman yangınlarında bile suçlu olarak göçmenlerin ve Kürt ulusunun gösterilmesi birkaç kendini bilmezin işi değil, sistematik hale gelmiş faşizmin genel yöneliminin bir sonucudur. Her anlamda gericileşmiş ve köhnemiş sermaye egemenliğinin kendisi ayakta kalabilmek için yaşadığımız topraklarda özellikle şovenist histeriyi ırkçılıkla, milliyetçilikle, ezilen ulus ve göçmen düşmanlığıyla tırmandırmaya çalışıyor.
Son 2-3 aydır Ankara’da, Afyon’da, Çorum’da Kürt işçilere ve emekçilere yönelik gerçekleşen örgütlü ve planlı saldırılar ve en son geçtiğimiz haftalarda Konya’da yaşanan ve 7 Kürt emekçinin hayatını kaybettiği katliamın kendisi bunun tekil saldırılar değil, faşizmin planlı ve genel bir yönelimi olduğunu gözler önüne sermektedir. Aynı şekilde Ankara Altındağ’da devletin bizzat örgütleyip sokaklara saldığı faşist güruhlar mültecilere saldırdı, bu faşist güruh mültecilerin dükkanlarını yağmaladı, evleri taşladı, mültecileri yaraladı. Karşımızdaki manzara tepeden tırnağa dinci faşist iktidar tarafından örgütlenmiş ve devreye konulmuş bir pogromdu.
Dinci faşizm daha kapsamlı saldırıların provasını bugünden yapıyor. Konya’daki katliamdan sadece 2 ay önce aynı aileye saldıran ve aile üyelerini ağır şekilde yaralayan sivil faşistler faşizmin koruması ve desteğinde kısa sürede cezaevinden serbest bırakılarak katliamı gerçekleştirirken, Ankara’da mültecilere saldıranların cezasız kalması bu durumu gözler önüne sermektedir.
Dinci faşizmin Kürt halkına ve ezilen ulusal topluluklara yönelik gösterdiği saldırgan dil ve tutumun kendisi sadece bugünün değil, geçmişten bugüne gelen devletin temel yapı taşlarında saklıdır. Kurulduğu günden beridir dincilik, ırkçılık ve komünizm düşmanlığı onun kodlarını oluşturmuştur. Halklar arası nefret tohumlarının ekilmek istenmesi, ezen Türk ulusu milliyetçiliği üzerinden Kürt ulusunun ve bu topraklarda yaşayan ezilen ulusal toplulukların baskı altına alınması faşist devletin sistematik yönelimlerinden biri olmuştur.
Gerici bir burjuva diktatörlüğü olarak kurulan ve sonrasından 71-80 darbeleriyle faşist bir karakter kazanan sermaye devleti, bu topraklarda ezen Türk burjuva ulusunun ayakta kalmasının güvencesidir. Bu açıdan şovenizm yaşadığımız topraklarda hep var olageldi, Türkçülük üzerinden ırkçılık sistematik olarak gerici kitlelere işlendi.
Halklar arasına ekilmek istenen nefret tohumları, Kürt ulusu ve göçmenler üzerinden tırmandırılan şovenizm kendini günümüzde de toplumsal yaşamın her yerinde gösteriyor. Kürdistan'dan Batı illerine tarımda en berbat koşullarda çalışmaya gelen ya da 90'lardaki köy yakmalardan dolayı zorla göç ettirilip Batı illerinde yaşayan Kürt emekçilerini faşizm rehin olarak görmektedir. Batı illerinde yaşayan Kürt emekçilerinin sistematik ırkçı-faşist saldırılara uğraması ya da açlığın ve sefaletin bu kadar derinleştiği bir dönemde sorunun kaynağının göçmenler gibi gösterilip özel olarak hedef alınmaları tesadüf değildir.
Tekelci sermaye egemenliğinin kendisi her alanda gericilik ve yıkım savaşları olarak ifadesini bulurken, tam ilhak sürecine uğratılmış bağımlı kapitalist ülkelerden ya da emperyalizmin saldırganlığı ile cehenneme dönen bölgelerden başka ülkelere doğru yoğun bir göç gerçekleşiyor. Türkiye ve Kürdistan savaşlardan kaçan mültecilerin yoğun geldiği coğrafyalar. Ucuz iş gücü ve baskı altına alınması daha kolay olarak görülen mülteciler üzerinden de çok yoğun bir gerici propaganda ve ırkçılık ile düşmanlık yaratılıyor. İşçi sınıfının birliğini engellemenin yollarından biri sömürünün, yoksulluğun kaynağını gizlemek için, sermaye sınıfı ve faşist devlet yoksulluğun ya da toplumsal çürümenin kaynağını mülteciler gibi gösteriyor. Bu alçakça uygulanan durum, emekçiler arasında her zaman saldırılacak bir düşman yaratmanın enstrümanlarını oluşturuyor.
Hepimizin gözleri önünde yaşanan bu gelişmelere karşı kayıtsız kalmak ya da “Mülteciler evine gitsin” ya da “Kürtlerin katledilmesi benim sorunum değil” demek, burjuvazinin bu tuzağına düşmekten başka bir işe yaramaz. İşçi sınıfının, ezilen halkların, kadınların, gençlerin, LGBTİ+’ların, doğanın, hayvanların yani anlayacağınız yaşayan ve nefes alan her şeyin düşmanı olan sermaye egemenliği tüm bu saldırıların ve katliamların gerçek sorumlusudur.
Kürt halkı katledilirken özgür olduğumuzu zannediyorsak, yaşadığımız dünya yok olurken rahat uyuyorsak insanlığımızı kaybetmişiz demektir. Bu açıdan Kürt halkına ve mültecilere yönelen saldırılara karşı en militan şekilde mücadele etmeli, şovenist histeriye karşı halkların mücadele birliği ilkesini gençliğin farklı kesimlerine taşımalıyız. Devrimci Kürt gençliği ile bu saldırılara karşı birliktelikler kurmalı, mülteciler ile etkin dayanışma pratikleri sergilemeliyiz.
Kaybedecek zamanımız yok, karşı devrim bütün güçleriyle saldırılarını artırırken, sokakta toplumu terörize ederken, bunları boşa düşürecek devrimci coşku ve militan ruh ile güçlü pratikler sergileyelim. Asıl düşman farklı uluslardan ve kimliklerden yoksul emekçiler, işçi gençler değil bu çürümüşlüğün ve yıkımın sorumlusu sermaye egemenliğidir!
K. Taylan Kızıldağ