Yakın zamanda üçyüz kadar işçi, valiyle görüşme isteğiyle Tekirdağ valiliğinin önünde toplandılar. Görüşmek istemelerinin nedeni, fabrikalarında yaşanan sorunun çözüme kavuşturulması. Sorun şu:
İşçiler sendikalaşıyor. Resmi işlemlerini tamamlıyorlar. Ve bakanlık tarafından toplu sözleşme imzalama hakkını kazandıkları kendilerine bildiriliyor. Elde ettikleri bu yasal hak çerçevesinde patronu toplu sözleşme görüşmesine davet ediyorlar. Ama patron sendikayı muhatap almıyor, görüşme masasına oturmuyor. Bununla da yetinmeyen patron, sendikanın işyeri temsilcisini işten çıkarıyor.
İşte tüm bunlardan sonra işçiler, sorunun çözülmesi için valinin kapısını çalıyorlar. Yani devletin. Biz tüm engellere rağmen yasal hakkımızı elde ettik ama bu sefer de patron, kapitalist yasayı takmıyor, bu sorunu devlet çözsün demek istiyorlar.
İşçilerin valinin kapısını çalmalarının nedeni, valinin gerçekten bu sorunun çözülmesi için iyi niyet göstereceğine dair inançları olması mı, yoksa kendilerine haklarını kullandırmayan düzeni zorlamak mı? Belki o belki bu ya da bir kısmının öyle bir kısmının böyle. Bu, o kadar önemli değil. Çar’a “açız, babamız bizi doyur” diye dilekçe sunmaya giden Rus halkının ne kadarının gerçeğin farkında olduğunun, sonrasında yaşananlar açısından bir öneminin olmaması gibi.
Peki valinin, devletin yasalara uyulmasını isteyen işçilere karşı tavrı ne oluyor? İlk başta görüşmeme. Şaşılacak bir şey var mı bunda, yok! Sürekli tekrarlanan bu durumun altını ısrarla çiziyor ve anlamını ifade ediyoruz. Kapitalist düzenin, halkın maddi ve manevi gereksinmelerini karşılama yeteneği yoktur. Dolayısıyla toplumdan yükselen her talebi kurumları aracılığıyla bastırmaya çalışmaktan başka yolu da yoktur. Patron sendika, vali görüşme talebine direnmekte, bastırmaya çalışmaktadır. Bu denli basit olan taleplerin karşılanması halinde, peşinden yenilerinin ve yenilerinin geleceğini biliyorlar ve ön almaya çalışıyorlar. Düzen, halka karşı savaş taktiklerine başvuruyor. Kapitalist düzene ve onun kurumlarına karşı halkın güveninin kalmamasında şaşılacak bir şey yok.
Bunun üzerine işçiler, valilik önünde oturma eylemine başlıyorlar. Açık ki işçiler, kutsal babaları Çar’dan yardım dilenen Rus halkından daha ileri bir bilinçteler. Devlet babanın sözünü dinlemedikleri gibi, eyleme geçiyorlar. Yaptıkları, niyetlerinden bağımsız olarak, devlete karşı savaş ilanı. Burjuvazinin kendilerine karşı yürüttüğü savaşa, savaşla karşılık veriyorlar.
Valilik bu sefer, iki temsilci ile görüşeceğini bildiriyor. Ama diğer işçilerin valilik önünden dağılmasını istiyor. Yeni bir savaş taktiği daha. İşçiler bunu da reddediyorlar. Artık geçerli olan, savaş kuralları. İşçiler bilinçli veya bilinçsiz, savaş kurallarına uygun davranıyorlar. Valiliği görüşmeye ikna(!) eden şeyin, güçlerini valilik önüne yığmaları olduğunu gören işçiler, temsilcilerinin görüşmeden istedikleri sonucu alabilmesi için bu gücün baskısına ihtiyaçları olacağının da farkındalar. Ve bu yüzden ayrılmayı reddediyorlar. Savaş, kararlılık gösterisiyle devam ettiriliyor.
Valiliğin buna cevabı ise, “işçileri süpürün” emri oluyor. Kullanılan tabir ilginç, “süpürme”. Ne süpürülür? Evlerde, sokaklarda süpürülen şey nedir? Pislik. Kapitalistlerin ve devletinin halka bakışı bu. Süpürülmesi gereken pislikler! Emri alan güvenlik güçleri yani düzenin bir başka kurumu da hazırlıklara başlıyor. Durumun ayırtında olan işçiler ise, ‘şiddete hayır’ diye slogan atmaya başlıyor. 1905 Devrimini yaratan Rus halkı, Çara sunmak istedikleri dilekçenin kazak süvarilerinin kılıçlarıyla kana bulanacağını hiç düşünmemişlerdi. Görüyoruz ki bugün, devrim yapma yeteneğinden, yeni bir dünya kurma yetkiniliğinden uzak olduğu sanılan işçi sınıfı hareketi, bunu başarmış sınıfdaşlarından çok daha ileride.
Saldırı başlıyor. Kışlık sarayının önünde olduğu gibi halkın kelleleri kaldırım taşlarının üzerinde yuvarlanmıyor ama vatana ve millete hizmet aşkıyla coplar inip inip kalkıyor kadınların, erkeklerin üzerinde. Ve nihayet işçiler süpürülüyor!
Ama işçilerin gitmeye niyeti yok. Coplanıp yerlerde sürüklenmelerine rağmen, tek bir yumruk ve tekme atmayacak denli barışçıl/pasifist bir tavır takınmış olmalarına rağmen, giriştikleri savaştan vazgeçme niyetinde değiller. Barışçıl eylemlerini, bu sefer de kendilerine saldıran polise yani devlete soru sorarak devam ettirmek istiyorlar.
Bir işçi, “tamam bir şey yapmıyoruz, sadece bir şey öğrenmek istiyorum, onu cevaplayın” diyor. Süpürücülerin amiri, bu cahil işçi ne diyebilir ki diye düşünmüş olacak ki, “sor” diyor. Ve işçinin o can alıcı sorusu duyuluyor: “Siz patrondan yana mısınız yoksa yoksullardan yana mısınız?”
Bu soruyu soran işçi, o anki deneyiminin öğreticiliği ile mi, yoksa sınıf hareketinin deneyimi ile mi bu soruyu sordu bilinmez. Önemli de değil. Önemli olan bu cümlenin taşıdığı bilinç.
Süpürücülerin amiri, öğretilmiş şablonun işe yarayacağını zannederek, “biz kimseden yana değiliz, yasalardan yanayız” diyor. Bu sefer bir başka işçiden ses yükseliyor: “Öyleyse yasaya uymayan patrona bir şey yapsanıza. Üç yüz kişinin yanında yer alacağınıza neden bir kişinin yanında yer alıyorsunuz?” İşçinin son sözleri, amirin ağzından dökülen, “bunları alın” bağırtıları arasından işitiliyor.
İşçi sınıfının ulaştığı bilinç, sanılanın ve sandığımızında ötesinde. Düzenin en önemli koruyucusu olan zihinsel alışkanlıklar, darmadağın olmuş. Burjuvazinin ideolojik hegemonyası da çökmüş, çöküyor.
Abartıyor muyuz? Öyleyse soralım, bu sözleri yani siz kimden yanasınız sözlerini başka nereden hatırlıyoruz. Evet yine Rus işçi sınıfından. Fakat bu sefer yıl 1917. 1905’de büyük bir naiflikle çara sunmak istediği dilekçesi kazak kılıçlarıyla kana bulanmış olan Rus halkı, 12 yıl sonra iktidarı kendi eline alır. Ve o zaman, iktidarı kendilerinden çalmak için kapıya dayananlara şöyle seslenir: “Proletaryadan mı yanasınız, burjuvaziden mi yanasınız!” Yani, valiliğin önündeki işçilerden yükselen sorunun aynısı.
Bu soru sadece bu işçilerin ağzından mı duyuluyor peki? Hayır. Adıyaman’daki tütün işçisi de, Karadeniz’deki fındık-çay üreticisi de söylüyor. Doğayı korumak için mücadele eden köylü de, kadın özgürlüğü için savaşanlar da aynısını soruyor. Yoksul emekçi mahalleleri de, öğrenci gençlik de. Yani C.Dağlı’nın yazılarında sıklıkla belirttiği gibi, komünizmin öznel temelleri, bugün düne göre çok daha olgundur. Ve üstelik bu, henüz kapitalizmin egemenliği koşullarında oluşmuştur. Emeğin düşünsel gelişimi ileri boyuttadır, tüm eksik yanlarına rağmen.
Lenin, bu anlattıklarımızı okusa şüphesiz ki kızardı. Çünkü o, işçi sınıfının övülmeye ihtiyacı olmadığının altını sürekli çizmiştir. Bunlar zaten onların pratiğidir ve onların işçi sınıfının önderlerinden duymak istedikleri, yaptıklarının övülmesi değildir. Ne yapmaları gerektiği konusunda bir şeyler söylenmesidir. Eksikliklerinin tamamlanmasıdır. Öyleyse niye mi anlattık; çünkü, işçi sınıfının ve devrimci kitlelerin paçasından tutmuş ve onların bilincini, pratiğini geriye çekmek için çaba sarf eden geniş bir reformist/ortalama sol hareket var. Ve bunlar, yaşananı dahi gerçek içeriğinden arındırmaya çalışıyorlar. Böyle olunca da, olanın gerçek manasını anlatmak da bir zorunluluk haline geliyor. Yani derdimiz, sınıfa methiyeler düzmek değil, daha fazlası için olanak olduğunu göstermek. Kapitalist sınıfın egemenliğini yıkarak sömürüsüz bir toplum yaratmak için çağrılarda bulunmak; kitleleri iktidarı almaya götürecek doğrudan eylemlere çağırmak ve bunlara hazırlık yapmaya davet etmek için uygun koşulların olduğunu göstermek.
Proletaryanın ve devrimci kitlelerin zaferinin koşulları oluşmuştur. Zafer, bu koşullardan yararlanmaya bağlıdır. Öncüye düşen, bu koşullardan nasıl yararlanılacağını (iktidarı almak, yoksullardan yana bir düzen ve devlet kurmak için nasıl yararlanılacağını) ortaya koyup, kitle hareketinin öncü kesimlerini bu politikaya kazanmaktır.
İ. Cevat ÇETİNER