Bir süre önce Ali Koç ve Bahçeli görüşmesi oldu. Kimi aklı evveller, özellikle de sosyal reformistler, bu buluşmayı Ali Koç'un MHP'nin himayesine girmesi ve/veya himayesi altında olduğunun hatırlatılması olarak yorumladı. Bu, gerçeğin alt üst edilişi, baş aşağı çevrilişiydi. Sosyal reformistler, cehennem zebaniliğinden bir an bile olsa vazgeçmiyorlar. Haksızlık mı ediyoruz, abartıyor muyuz?

Kapitalist üretim tarzının egemen olduğu bir toplum, burjuvazinin hegemonyası altında olan toplumdur. Bu toplumda bütün güç, bütün iktidar burjuvazinin elindedir. Burjuvazinin bütün iktidara sahip olduğu gerçeği, son yüzyılda durmadan üretilen yeni söylem ve yöntemlerle gizlenmeye çalışıldıysa da, bu çaba hiçbir zaman sonuç elde edemedi. Öyle ki günümüzde bunun tersini söyleyecek sadece bir emekçi bulmak bile neredeyse imkansızdır.

Durum buyken, kendine solcu-sosyalist diyenlerin yani teorik ve pratik deneyime sahip olanların bu gerçeği bilmemesi düşünülebilir mi? Düşünülemeyeceği içindir ki, Ali Koç - Bahçeli görüşmesini duyan, gören ve kendini solcu-sosyalist diye tanımlayanlardan beklenilen ilk cümle: “burjuvazi denetime çıkmış” demeleridir. Fakat sosyal reformistler, bunun tam tersini söylediler.

Tıpkı 1 Mayıs'ta Saraçhane’de yaptıkları gibi işçi sınıfına, halka yalan söylemeyi burjuvaziyi koruyup kollamayı tercih ettiler. Bunu bu sefer de burjuvaziyi mafya bozuntuları ile faşist partilerin tahakkümü altına girecek kadar çaresiz göstererek, efendi-hizmetkar ilişkisini tersine çevirip, bu oluşumların da burjuvazinin araçları olduğu gerçeğini gizlemeye çalışarak yaptılar.

Peki ama neden bunu yapıyorlar? Neden burjuvaziyi aklamaya, mağdur göstermeye, gerçek egemen güç olmaktan uzak göstermeye çalışıyorlar? Sebep, cehennemin zebaniliğini üstlenmiş olmaları olabilir mi? Hala içinizde bir şüphe var mı onların bu durumu hakkında? Böylesi basit bir olayda, kendilerini öne atmalarının ne anlamı var ki, acaba sadece bir yanılgı ya da boşboğazlık olamaz mı diyorsunuz?

Evet burjuvaziyi korumak için işçi ve emekçilere defalarca yalan söylemişlikleri, yarı yolda bırakmışlıkları ve hatta olaylar sertleştiğinde işçi sınıfına karşı burjuvazi ile aynı mevzilerde bulunmuşlukları olmasaydı, boş boğazlık kavramı bu olayın bir açıklaması olabilirdi elbette. Ama gerçek şu ki, işçi sınıfının iktidar mücadelesi büyüdükçe, sosyal reformistler daha da kirlendi ve kirlendikçe gerçek konumlarını fütursuzca gösterir oldular. Bugün en basit bir olayda dahi burjuvaziye siper oluyorlarsa, bunun nedeni burjuvazinin muhafızlığını uzun bir zamandır yapıyor olmaları ve bu sürecin neredeyse tamamının işçi sınıfı ile sert çatışmalarla dolu olmasıdır. Bu durum onları iyice fütursuzlaştırmıştır. Burjuvaziyi savunmak, yaşadıkları bu uzun ve yoğun süreçle birlikte onlarda bir reflekse dönüşmüştür. Onlar için artık konunun ne kadar önemli olduğunun bir önemi kalmamıştır, bunu düşünmezler bile. Burjuvazi için bir olumsuz durum ortaya çıktığında, sadece refleksleriyle hareket ederler. Dolayısıyla burjuvaziyi korumak için gösterdikleri davranışlarda tam bir rasyonellik aramak anlamsızdır.

Bir dönemin sosyalistlerini bu hale getiren, sosyal reformistlere dönüştürerek cehennem zebanisi yapan şey, burjuvazinin 1900'lerin başında oluşmaya başlayan yeni koşullara uygun yeni araçlar edinme arayışına girmesi ile dönemin sosyalistlerinin bir kısmının yeni koşullara uygun davranma cüretinden ve cesaretinden yoksun oluşlarının buluşmasıdır. Burjuvazi yeni iş alanı açmıştı. Sosyal reformistlere de kendi konforlarını güvenceye alan bu iş imkanı cazip hale gelmişti.

Peki 1900'lerin başında ne olmaya başladı?

Kapitalist toplumun örgütleniş tarzından dolayı, bu toplumda bütün iktidarın burjuvazinin elinde olduğu gerçeğinin üzerinde bir sis perdesi vardır ve bu perde ideolojik araçların yardımıyla yoğunlaştırılmaya çalışılmıştır hep. Fakat bu gerçek, daha 1796'da işçiler ve yoksullar tarafından görülmeye başlanır ve Parisli işçilerin ayaklanması ile patlak verir. Ve bu gerçek, her türlü çabaya rağmen işçi ve emekçilerin her geçen gün artan bir kesimi tarafından fark edilmeye devam eder. Burjuvazinin hegemonyasına karşı proletaryanın hegemonyası fikri ortaya çıkar ve işçi sınıfının iktidar mücadelesi her yerde filiz vermeye başlar. 1848 Devrimleri, 1871 Paris Komünü vd. Öyle ki, toplumlar tarihinin son 150 yılına bu farkındalık damgasını vuracaktır.

Burjuvazinin tüm baskı, terör ve katliamlarına rağmen bu mücadele, zaferler kazanmaya başlar ve zafer kazanılan her yerde inşa edilen proletaryanın iktidarı altında halklar, yüzyılda elde edecekleri maddi ve manevi gelişmeyi çok kısa zamanda sağlar. Proletarya toplumu burjuvaziden daha iyi yönetebileceğini somut olarak gösterir. Bu, burjuvazinin ahlaki-entelektüel önderliğinin burjuva ideolojisinin toplumun “ortak duygusu” olmasının ebediyen toprağa gömülmesi anlamına gelir. Burjuvazinin hegemonyasının meşruiyeti fiilen bitmiş olur böylece.

Şüphesiz ki, sınıfsız-sömürüsüz bir dünya için verilen mücadele, her yerde burjuvazinin terörüne, zoruna baskın gelip, işçi sınıfının iktidarı ile sonuçlanmadı henüz. Fakat buralarda da çeşitli haklar elde edildi verilen devrim mücadelesi sayesinde.

Örneğin günümüzde yere göğe sığdırılamayan, her derdin devası ilan edilen “genel oy” hakkı, bu sürecin bir ürünüdür. 1917 Ekim Devrimi’nden sonra yani kendilerine oy kullanma hakkı dahi verilmeyen işçilerin, doğrudan doğruya koca bir ülkeyi yönetmeye başlamasından ve dünyanın her yerindeki işçilerin ve yoksulların kendi Ekimlerini yaratmak için harekete geçmelerinden sonra burjuvazi, işçi sınıfının ve emekçilerin oy kullanmasını engellemek için koyduğu yasal şartlardan (servet, vergi, cinsiyet, ırk, yetenek vd) vazgeçmeyi kabullenmek zorunda kaldı. Tabii tahmin edileceği üzere, bunu da peyderpey yaptı.

Hakeza yine bahsedilmekten çok hoşlanılan sosyal-ekonomik-kültürel haklara, anayasalarında ve o cicili bicili “insan hakları belgeleri”nde yer vermeye başlamaları da; işçi sınıfının giriştiği ayaklanmalar ve 17 Ekim Devriminin zaferinden sonra olabildi. Çalışma, sendika kurma, grev ve toplu sözleşme, dinlenme, sosyal güvenlik, eğitim, öğretim, sağlık, konut gibi haklara ilk atıflar, 1848 Fransız Devriminin etkisiyle kaleme alınan anayasada olur. Ardından Alman proletaryasının 1919'daki ayaklanmasının sosyal demokratların yardımıyla ezilmesi üzerine kurulan Weimer Cumhuriyeti Anayasası'nda bunlara yer verilecektir. 2. Dünya Savaşı'ndan sonra SSCB'nin artan etkisini sınırlamak için kurulan bir dizi emperyalist örgütlenmeden biri olan Avrupa Konseyi de, ancak 1965'te kabul edeceği Avrupa Sosyal Şartı ile bu hakları resmen kabul edecektir.

Proletaryanın cephesinde bu gelişmeler yaşanırken, burjuva dünyası da elbette oturduğu yerde durup, kaderine razı bir şekilde gelişmeleri seyretmedi. O da kendi önlemlerini aldı. Korumalarının sayısını ve çeşitliliğini arttırmaya girişti.

İlk olarak tekellerin egemenliği altında zaten tasfiye olma sürecine girmiş olan burjuva demokrasisinin tasfiye sürecini hızlandırdı. Bu, burjuva demokrasinin araçlarının da hızla işlevsiz kılınması anlamına geliyordu. Yani siyasi partilerin, genel oyun, örgütlenme hakkının vd.nin 1800'lerde olduğu gibi, ülkenin (toplumsal yaşamın genel düzenlenişini) belirlemede etkin, belirleyici bir işlevlerinin kalmaması demekti bu. Ve bu araçların önemli bir kısmı, proletaryanın verdiği devrim mücadelesinin yan ürünleri olarak elde ettikleriydi. Yani burjuvazi, devrimin ateşini düşürmek, işçi sınıfını sakinleştirmek için bazı hakların işçiler tarafından kullanımını kabulleniyor, ama öte yandan bu araçların toplumsal yaşamdaki işlevlerini ortadan kaldırıyordu.

Bu durumu unutmayalım. Çünkü sosyal reformistlerin nasıl bu kadar hızla çürüyebildiklerinin ve cehennemin zebaniliğinde işçi sınıfının kanını dökecek kadar nasıl ileri gidebildiklerinin cevabı burada yatıyor. Sosyal reformistler, burjuvaziye sadakatlerini kanıtlamada ilk ve en önemli adımı burada atmışlardır. Tekellerin egemenliği altında işe yaramaz hale geldiğini bildikleri araçları, bile bile işçi sınıfına pazarlamayı üstlenerek.

Burjuvazi, ikinci olarak işçi sınıfına ekonomik, sosyal, kültürel, siyasal alanda tanımak zorunda kaldığı hakları çevreleyip toplum üzerindeki hegemonyasının bir parçası haline dönüştürme arayışına girdi. Biliyordu ki, kendi ideolojisini yeniden toplumun “ortak duygusu” haline getirmesi, kendisini yeniden ahlaki-entelektüel önder olarak halka kabul ettirmesi gerekiyordu. Aksi takdirde güç biriktiren işçi sınıfı, çok geçmeden yeniden saldırı başlatacaktı. İşte bu amaçla, zaten tekelleşme süreci ile birlikte normal olarak işlevini iyice yitirmiş olan araçları ve dolayısıyla bu araçların işçi sınıfı tarafından kullanımını büyük bir gelişme, ilerleme, işçi ve emekçilerin büyük bir güce kavuşması olarak sundu. Ve burjuvazi, bu hakları “veren olarak”, en azından halkın bu gücü elde etmesine “ikna olan” bir sınıf kimliğinde toplumu yönetme hakkına, meşruiyetine, ahlaki ve entelektüel olarak halen talip olduğunu anlatmaya girişti.

Ve burjuvazi üçüncü olarak, işçi sınıfına tanımak zorunda kaldığı ve tekellerin egemenliği altında zaten alabildiğine işlevsizleşmiş olan bu araçları çevreleyip, toplum üzerindeki hegemonyasının bir parçasına dönüştürmeyi sağlayarak, bu süreci yönetecek özneleri yaratmaya / bulmaya girişti. Bu süreci bilindik ideologlarıyla, politikacılarıyla, aydınlarıyla yapamazdı. Çünkü inandırıcı, ikna edici olamazlardı. Burjuvazinin hegemonyasının restore edilmesine hizmet edecek, ama diliyle, geçmişiyle işçi sınıfından / halktan görünecek öznelere ihtiyacı vardı. İşte, bir dönemin sosyalisti olup, ama yaşanan bu sürecin talep ettiği mücadeleye girmek istemeyenler, bu işe talip oldular. Sosyal reformizm çizgisine evrildiler. Burjuvazi de sistem içinde daha etkin olmalarına icazet verdi ve böylece tüm etkinliklerinin temel hedefi, burjuvazi ile proletarya arasında düşünsel bağ kurma, kaybolan “ortak duyguyu” yeniden yaratma olan sosyal reformistler icraatlarına başladılar. Burjuvazinin topluma empoze etmek istediği şeyleri; mevzilerin başlı başına bir amaç için olduğu; bu araçları çoğaltarak adım adım iktidara gelinebileceğini, bu araçların burjuvazi tarafından geri alınmasına ya da “güçlerini” kaybetmesine dahi neden olacak her şeyden sakınmak gerektiğini, burjuvazi ile her şeyin pazarlık edilebileceğini vs vs kitlelere aktarmaya başladılar.

İşte bu tarihsel sürecin sonucudur, olur olmaz her konuda burjuvaziyi koruma içgüdüsüyle hareket eder hale gelmeleri. Bu, onların karakteri haline dönüşmüştür. Dolayısıyla rasyonellikleri dahi kalmamıştır. Proletarya kendinden görünen, ama sermayeye hizmet eden bu sosyal reformistlerden yolunu ayırarak, onları teşhir ve tecrit ederek zafere ilerleyecektir.

İ. Cevat Çetiner