Masumiyet kavramı çok kullanıldı son günlerde. Ölüm orucu yapanların masumiyeti anlatıldı. Sonra bir kez daha, 6 Mayıs'ta Denizlerin masumiyeti hatırlandı. En son düzmece hikayelerle tekrar tekrar gözaltına alınıp tutuklanan Taylan Kulaçoğlu'nun masumiyeti üzerine konuşuluyor.
Bu masumiyet vurgusunda yerli yerine oturmayan bir şeyler var.
Sanırız burada kimse masumiyeti yasal-hukuksal bakımdan anlamıyor. Sistemden, devletten, dinci faşist iktidardan yana olmaksızın yasal-hukuksal bakımdan masum olunamayacağı açık. Siz istediğiniz kadar özen gösterin, yine de sizi içeri tıkmak için uygun bir faşist ceza maddesi bulacaklar, olmadı uyduracaklardır.
Kastedilen yasal-hukuksal bakımdan değil, ahlaki-vicdani bakımdan mahsumiyettir. Peki, bu biçimiyle de olsa, işe yarıyor mu ya da ne işe yarıyor?
Siyasal olaylar, davalar yahut figürler sözkonusu olduğunda, yığınlar, kendi sınıfsal-siyasal konumlarına bağlı olarak bir tarafı tutarlar, taraf olurlar. Sistemin devamından çıkarı olanları, burjuvaları ve onların uşaklarını, devrimcilerin masumiyetine ikna edemezsiniz, burası kesin. Sistemi yıkmak isteyen kişi, yani devrimci, ister sanatçı olsun ister gerilla, ister gazeteci olsun ister gariban bir işçi, kadın-erkek, genç-yaşlı farketmez, onların gözünde “düşman” olarak kodlanmıştır. O yüzden önlerine çıkana avazları çıktığı kadar “terörist” diye bağırıyorlar. “Terörist” dediğin düşmandır, zamanın “gavur”u gibi. Onlar “terörist” diye bağırdıkça, biz başlıyoruz “hayır, biz masumuz” demeye. Onlar “vatan haini” dedikçe de asıl vatansever biz oluyoruz. Velhasıl, maçı onların sahasında ve onların kurallarıyla oynuyoruz. Ve en kötüsü, ofansif değil tamamen defansif bir kurguyla.
Denizlerin masum gençler olduğu, ellerini kana bulamamış oldukları söylenir. Oysa onlar bir kez olsun, ne çatışmada yakalanınca, ne mahkemede ne de idam sehpasında “biz masumuz” demediler. Faşizme her fırsatta meydan okuyan, faşist devleti yıkmak için ordu kurup dağa çıkan devrimci önderlerden bahsediyoruz. Onları katledenler hiç bir iz bırakmadan yok olup giderken onlar 50 yıldır emekçi halkların yüreğinde yaşıyorsa, bunun sihrini kimseyi vurup vurmadıklarında değil, başka yerde aramalıyız. Yoksa yüzlerce Naziyi öldüren kızıl ordunun kadın sniperı Lyudmilla'nın masum olmadığını düşünen mi var aramızda?
Fidel de Batista'nın mahkemesinde yargılanırken çıkıp da “ben masumum” demedi. Moncado Baskını’na kumanda etmişti ve onlarca kişinin ölümünden yargılanıyordu. “Tarih beni beraat ettirecektir” dedi. Tarihi kendin yapıp, iktidarı, kendi kaderini kendi ellerine alırsan, beraat edersin. Çünkü artık yasaları yeni duruma, devrime göre düzenlemek çocuk oyuncağıdır. Fidel, ömrü boyunca ofansiftir. Çünkü yaşadığımız çağda proletaryanın burjuvaziye, komünizmin kapitalizme karşı tarihsel olarak saldırı pozisyonunda olduğunu bilir.
Lenin için de zamanında “Alman ajanı” diye bar bar bağırıyordu Rus burjuvazisi. Lenin bunlarla ilgilenmedi bile. Dönüp de “ben masumum, Alman ajanı falan değil yurtsever bir Rusum” demeyi sanırız aklından bile geçirmedi.
Masumiyet kavramını sanırız iyice düşünmeden kullanan dostlarımızın, bu söylemle burjuvaları ve onların uşaklarını insafa getirmeyi ummadıklarına emimiz. Yüreği ve bedeniyle devrimci saflarda olan emekçi kesimler için de böyle bir söylem gerekli değil. Geriye kalıyor, çıkarları devrimde olup da bunun henüz farkında olmayan kararsız emekçi kesimleri etkileme düşüncesi... Lafı uzatmadan söyleyelim, masumiyet bu işte geçer akçe değildir. Kararsız emekçi yığınlar neyi mi takip ederler? Netliği, devrimci cüreti ve gücü. Hatta masum olduğunu düşündüklerinden özellikle uzak bile durabilirler. Çünkü halen zafere ulaşmamış uzun yılların mücadelesinin acı deneyimleri, emekçi halklara masum olanın, gariban olanın hep kaybettiği algısını yerleştirmiştir.
Sonuç olarak, halklarımız 50 yıldır “Deniz mahkemeye düşmüş, avukatı ben olaydım” türküsünü söylüyorsa, onların “günahsız” olduğunu düşünmelerinden değil, koydukları devrim hedefinin dupduru netliği ve onu koyuş biçimindeki gözü karalığındandır.
Burjuva sınıf ve onun dinci faşist iktidarı bu konuda bizden daha net davranıyor. Her olay vesilesiyle bize “düşman” yaftası yapıştırıyor ve bunun üzerinden kutuplaşmayı derinleştiriyor. Kendi sivil faşist tabanını devrime karşı kemikleştiriyor, sert mücadeleye hazırlıyor. Bizim cenahta ise halen kafalar karışık.
Tutuklanan HDP milletvekilleri olsun, sosyal medya fenomenleri olsun, ya da ölüm orucu yapan devrimci tutsaklar olsun, hepsinin ortak özelliği, dinci faşist iktidara düşman olmalarıdır. Açılan davaların hukuksal boyutu hikayedir. Hasmımız oyunu açık oynuyor ve kendi tabanına tüm bunların aslında terörist ve vatan haini yani düşman olduğunu söylüyor. Ama biz aynı netlikte kendimizi ortaya koymuyoruz. Genellikle işin hukuksal boyutuna gereğinden fazla takılıyoruz. Ve saldırıya uğradığımız alan üzerinden, dar, sınırlı savunma argümanları geliştiriyoruz. Milletvekillerinin dokunulmazlıklarından, sosyal medya alanında olması gereken düşünce özgürlüğünden, ölüm orucu yapanların sanatçı kimliği üzerinden savunma yapmaya çalışıyoruz. İşe de yaramıyor.
Grup Yorumcuların ölüm oruçlarında kimilerince onların sanatçı yönleri öne çıkarıldı. Hem bu şekilde, hem de taleplerinin son derece kabul edilebilir olduğu vurgusuyla, yapılan eylemin masumiyeti gösterilmeye çalışıldı. Bu şekilde daha geniş kesimlerin onay ve desteğinin alınabileceği hesaplandı. Ama “kabul edilebilirlik” ve “masumiyet” vurgusuyla yaratılacak duyarlılık, en yoksulların değil, orta sınıfların duyarlılığıdır ve tayin edici anda onların desteğine yaslanamazsınız.
96 Ölüm Orucu hatırlansın. En çıplak haliyle iki irade karşı karşıya gelip çatışmıştı. Bir tarafta örgütlü devrimci tutsaklar, öte tarafta devlet. Hedef netti, Eskişehir tabutluğunun kapatılması. Ne bu hedefin kabul edilebilirliği üzerine konuşuldu ne de eylemi yürüten devrimci örgütlerin masumiyeti. Özellikle en yoksul mahalleler eylemi sahiplendi. Zindanlarda devrimciler devlete açıktan meydan okurken dışarıda her gün bombalar patladı. Ve bu açık irade kapışmasını devrimciler kazandı, devlet diz çöktü. Önemli olan sadece eylemin pratik kazanımı olarak tabutluğun kapatılması değil, asıl önemlisi, açık bir irade savaşından zaferle çıkmanın getirdiği prestij ve moraldi.
Bunlar bizzat kendi tarihimiz, kendi deneyimlerimizdir. Unutulmamalı.
Kendimizi ve hedefimizi açıkça ortaya koymamak, bize kaybettiriyor.
Kendimizi devrimci olarak değil de sanatçı, avukat, milletvekili, gazeteci olarak ortaya koymak, asıl olmayanı öne çıkarmak, bize kaybettiriyor.
Açık irade savaşını yumuşatacak, perdeleyecek şekilde hukuksal argümanları ve masumiyet söylemini öne çıkarmak, bize kaybettiriyor.
Denizler kimseyi öldürmediği için masum... Faşistleri vuranlar değil mi?
Ölüm oruçcuları masum, sadece müzik yapmak istiyorlar... Bu kokuşmuş düzeni yıkmak istediklerini söylersek, suçlu oldukları mı düşünülecek?
Sosyal medya hareketi yapanlar masum, herhangi bir yasa dışı örgüte üye değiller... Haliyle yasa dışı olan devrimci örgütleri suçlu mu kabul edeceğiz?
Hayır, hiç birimiz masum değiliz. Onlar için cennet bizim için cehennem olan bu kokuşmuş düzeni yıkmak istiyoruz. Masumluk ya da suçluluk değil mesele, kim hangi tarafta, doğru soru bu.
Mesleği ve pozisyonundan bağımsız olarak devrimciyiz ve tam da bu yüzden saldırıya uğruyoruz. Ama savunma pozisyonunda kalmayacağız. Devrimci olduğumuzu, bu düzeni yıkmak istediğimizi söyleyeceğiz. Her tarafından kan ve irin akan bu düzeni savunmaya utanmayan rezillerin karşısında, başımız dik “sizi tarihe gömeceğiz” diyeceğiz.
Proletarya ile burjuvazi, devrim ile karşı devrim arasındaki savaşımda tarafız. Çıkarı devrimden yana olan herkesi taraf olmaya, safını tutmaya çağırıyoruz. Evet, biz devrimciyiz. Sermayenin saltanatına son vereceğiz.
Deniz Karadeniz