12 Eylül Askeri Faşist Diktatörlüğü yıllarında, evlere giriş tarihi pek de eski olmayan televizyonlarda “Dallas” dizisinin yanı sıra, iki dizi daha “sıkı bir şekilde” izlenirdi: “Köle İsaura” ve “Kökler”.
“Dallas”, nasıl tekelci kapitalist dünyanın şatafatlı yaşam tarzına insanları özendirmeye çalışıyorduysa, “Köle İsaura” bir o kadar feodalizmin çözülmeye başladığı Güney Amerika’da acımasız senyörlerin serflere nasıl davrandığını ele alıyor; “Kökler” de yine ABD’de köleliğin kaldırılmasından hemen önceki ve sonraki dönemlerde siyahîlerin yaşadıkları baskıları işliyordu.
Herhalde birçoğumuz o yıllarda gösterimde olan bu dizilerde Ceyar’ın sırıtışından, Köle İsaura’nın masumiyetinden çok Kunta Kinte’nin gözlerinde parlayan öfkeden ve isyan ateşinden yana olmuşuzdur. Neden? Çünkü hem kendi sınıfsal konumumuz gereği kendimizi genel olarak “ezilenler”e yakın görmemizden hem de “özgürlüğün” kölelikten (günümüzde de ücretli kölelikten) daha cezbedici olmasından dolayı...
Bütün yaşadıklarımızdan, okuduklarımızdan, duyduklarımızdan, izlediklerimizden edindiğimiz bilinç, bizlere özgürlüğün hemen öyle istenince edinilebilecek bir şey olmadığını, onu kazanmak için mücadele etmek gerektiğini ve bu mücadeleden başarıyla çıkabilmek için her şeyden önce koşulların olgunlaşmış olması gerektiğini gösteriyor. Buradan hareketle söyleyebiliriz ki, özgürlük sorununa soyut yaklaşılamaz ya da bugün bazılarının yaptığı gibi “özgürlük” sözü ağızlarda sakız gibi çiğnenebilecek bir şey değildir. Özgürlük öyle sadece istence (iradeye) bağlıymış gibi de ele alınamaz. Tanımının kendi içinde bunun içerilmiş olduğu söylenebilir, ancak özgürlük sorununu onun koşullarının varolup olmadığına bakmadan tartışmaya kalkışmak onu bağlamından koparıp sadece öznel / iradi bir şeymiş gibi ele almaya götürür ki, yanlıştır.
İnsanların tarihi ancak, önceki yaşanmışlıkların, birikimin üzerinde verili koşullar içerisinde yapabileceği; içinde bulundukları tarihsel koşulları atlayarak ya da hiçe sayarak tarih yapamayacakları bilinen bir gerçektir. Bu gerçekliğe aykırı hareket eden herkes, Don Kişot’un kafasını yel değirmenlerine çarpması gibi gerçekliğin katı duvarına çarparak öğrenecektir (Şimdi birilerinin Özgürlük ile ilgili bir yazıda yel değirmeni hatırlatması yapılmasını çok yersiz bulduklarını / bulacaklarını tahmin ediyorum. Ama tam da Brecht’in tiyatroda kullandığı yabancılaştırma ögesi gibi bilerek seçildiğini belirtmek istiyorum). Güncel bir örnekle devam etmek gerekirse, Covid-19 Pandemisi koşullarında tarihin verili zorunluluklarının üzerinden atlanarak soyut bir “özgürlük” anlayışından bahsedilebilir mi?
Örneğin kapitalist sistem tarafından üretim araçlarından özgürleştirilmiş (mülksüzleştirilmiş) işçi ve emekçilerin, emek-güçlerini istedikleri gibi satma(ma) “özgürlüğü”nü kullandıklarını düşünün... Hemen arkasından aç kalma, barınaksız kalma, ölme “özgürlüğü”nü de düşünmek zorunda kalıyorsunuz değil mi?
Bugün, pandeminin böyle ölümcül bir şekilde arttığı koşullarda hangi işçi, emekçi kendi özgür iradesiyle çalışmayı ister ki? Ama gelin görün ki, “açlıktan ölme özgürlüğü” ile “pandemiden ölme özgürlüğü” seçeneklerinden birini seçmek zorunda kalan “özgür” işçi ve emekçiler ne yapabilirler ki? Çok bilindik bir sözdür: “Aç insanın parkta oturma özgürlüğü”! (Hoş salgın önlemleri kapsamında artık bu “özgürlük” de kalmadı ya!)
Düşününce tuhaf kaçıyor değil mi? İnsana “böyle özgürlük olmaz olsun” dedirtiyor. Marx, yüz elli yıldan fazla bir süre önce ne kadar güzel söylemiş: “Madem ki insanı biçimlendiren yaşadığı koşullar, [bu] koşullar en insanî şekilde biçimlenmelidir”. Bu koşullar sağlanamamışsa bir özgürlükten bahsetmek olanaklı değildir. Belki Covid-19 pandemisi bilinen bu gerçeği çok daha belirgin hale getirdi ama, yinelemekte fayda var: Kapitalist sistem içerisinde “özgürlük” arayışı içerisinde olanlar, kapitalist sistemin dışına çıkmadan, yani bir toplumsal devrimi hedeflemeden bunu başaramayacaklarını bilmek durumundalar. Ancak “Özel mülkiyetin kaldırılması, demek ki bütün insanal duyuların ve bütün insanal niteliklerin bütünsel özgürleşmesidir; ama o [özel mülkiyetin kaldırılması - ç.] bu duyular ve bu nitelikler öznel bakımdan olduğu kadar nesnel bakımdan da insanal duruma geldikleri içindir ki, işte bu özgürleşmedir” (K. Marx, 1844 Elyazmaları).
Yani “özgürleşme” işine bir yerden başlamak isteyenler, önce içinde yaşadıkları toplumsal sistemi (kapitalizmi) ortadan kaldırmalıdırlar; çünkü bu yapılmadan sağlandığı varsayılan her tür “özgürlük”, bir yanılsama olarak kalacaktır. En çok bahsi geçen “Ekonomik özgürlüğümü kazandım” ya da “Hukuksal anlamda özgürüm” sözlerinde olduğu gibi. Bir yerde çalışarak para kazanan ve mesaisini bitirerek işten çıkan ya da yıllarca hapis yattıktan sonra hapishaneden çıkan insanlar, yanlış bir kullanımla “artık özgürüm” diyorlar. Halbuki ortada özgürlükten bahsedilebilinecek bir durum yoktur; yalnızca “küçük hapishane”den çıkılıp “büyük hapishane”ye girilmiştir, hepsi bu!
Kapitalist sistemin feodal dönemle kıyaslandığında üretici güçleri bir noktaya kadar geliştirdiği doğrudur. Özellikle 2000’li yıllarla birlikte bilimin, teknolojinin ulaştığı düzey, dünya üzerindeki bütün insanların çok yönlü gelişimi için fazlasıyla olanak tanımaktadır. Bugün insanlık çok daha az bir çalışmayla çok daha fazlasını üretebilecek durumdadır. Engels’in İngiltere’de İşçi Sınıfının Durumu adlı eserinde anlattığı çalışma koşulları (16-17 saate varan iş saatleri, işçileri işyerinde yatmaya zorlama ve böylece yolda geçireceği zamanı da çalışma saatine dahil etme vb şeklindeki koşullar) bugün artık bulunmuyor; gerekli emek zamanı da makineli üretim vb sayesinde iyice azaltılmış durumda. Tabii bu üzerinde yaşadığımız topraklarda işçilerin biraz daha para kazanabilmek için fazladan mesaiye kalma istemelerinin önünde engel değil! Kapitalistler göreli ve mutlak artı-değer sömürüsünü artırabildikleri sürece sorun yok.
Aslında eskiden bir malın ya da hizmetin üretilmesi için gerekli olan zaman günümüzde çok daha kısalmış olmasına, işçi ve emekçiler için kendilerine ait, “özgür” zaman için yeterli koşullar oluşmasına rağmen bu zamanın bile biraz daha para kazanmak için harcanmak zorunda kalınması “özgürlük”ün sınırlarını gösterir!
Marx, Grundrisse adlı eserinde bu konuyu ele alıyor ve “Toplumun bütünü ve her bir üyesi için, zorunlu emek sürecinin ötesinde bol disposable time [serbest zaman-bn]’ın yaratılması (bireyin ve toplumun tüm üretici güçlerinin gelişebilmesi için serbest alanın oluşturulması), bu emek dışı sürenin oluşturulması, sermayenin perspektifinden, daha önceki tüm evrelerde olduğu gibi bir azınlık için emek dışı süre, serbest zamanın oluşturulması şeklinde gözükür.
Sermayenin ayırıcı yanı buna sanatın ve bilimin tüm imkanlarını kullanarak yığınların emek süresini artırma çabasını etkilemesidir... Dolayısıyla sermaye, bilmeden ve istemeden, toplumsal disposable time’ın koşullarının yaratılmasına, emek sürecinin toplumun tümü için giderek azalan bir minimuma indirgenmesine ve böylece herkesin zamanının kendi kişisel gelişimi için serbest bırakılmasına hizmet etmek durumundadır... [Böylece, bn] işçi kitlesinin kendi artı-emeğini kendine mal etmesi gerektiği de o ölçüde gün ışığına çıkar. Bu bir kez başarılınca... bir yandan zorunlu emek sürecinin tek sınırı toplumsal bireyin ihtiyaçları olarak hesaplansa dahi, herkesin disposable time’ı artacaktır. Çünkü gerçek zenginlik, tüm bireylerin üretici güçleridir. Bu noktada artık zenginliğin ölçüsü emek süresi değil, disposable time’dır” (İletişim Yay, sf 656-657) diyor.
Okur bizi böyle uzun bir alıntı yaptığımız için bağışlasın ama Marx tam da burada özgürlüğün koşullarının istemeden de olsa kapitalizm tarafından nasıl hazırlandığını anlatıyor. Kapitalizmin aşıldığı ve tüm üretim araçlarının işçi sınıfının denetimine geçtiği ve artık üretim araçlarının sermaye olma özelliğini kaybettiği; bilim ve teknolojinin insan ve doğa ile uyumlu bir şekilde geliştiği sosyalist toplumu düşünün. İşte o zaman işçi sınıfı ve emekçiler için, aydınlar ve sanatçılar için, bilim insanları için gerçek anlamda özgürlüğün kapıları sonuna kadar açılmış olacaktır. Ve insanlar bu kapıdan içeriye komünist şairimiz Nazım’ın dediği gibi dağları elbirliğiyle devirerek, “ama elimizin öz biçimi / öz sıcaklığını yitirmeden” girebilecektir.
İnsanların yeteneklerinin çok yönlü gelişimi, onların özgünlüklerini de koruyarak, ancak bir topluluk içerisinde mümkün olabilir. Yani bir bireyin kişisel özgürlüğü ancak bir kolektifin parçasıyken gerçek anlamını bulabilir. Özgürlüğü “Kendin olma cesareti” olarak tanımlayan birisi bile bunun ancak karşılıklı ilişkiler dolayımıyla gerçekleşeceğini bilir. Bir kıyaslama yapamadığı sürece insanın “kendisinin” ne olduğunu anlayabilme şansı yoktur.
İnsanı toplumsal ilişkilerinin bütünü olarak değil de “ilkel benlik”in dışavurumu olarak görenler dahi “özgürlük”ten bahsettikleri her anda neden / nereden özgürleştiklerini de açıklamak zorundadırlar. Kapitalist sistem içerisinde önce emeğinin ürününe, sonra yanı başındaki insanlara ve en sonunda da kendine yabancılaşan insanlar, çözümü önce kendilerini toplum dışına atmakta sonra tüm insanlardan yalıtmakta ve en nihayetinde de intihar etmekte buluyorlar. Bir topluluğun, bir kolektifin, “biz”in parçası olmayı kendilerine zul görenlerin “benlik”leri bir süre sonra kendilerine ağır gelmeye başlıyor ve bu kez de bu ağırlıktan kurtulmayı “özgürleşmek” olarak görmeye başlıyorlar. Ve bu “özgürlük” sonsuz bir “esaret”e mahkum olmak anlamına geliyor. Onun “kendisi” olarak yaptığı son eylem, “kendisini” öldürmek oluyor!
Bir kez daha vurgulayarak bitirelim: “Bir ağaç gibi tek ve hür” yaşayabilmek için “bir orman gibi kardeşçesine” kaynaşmak gerekiyor. “Kolektif yaşam”dan yana olunmadan bu sağlanamıyor.
Ali Varol Günal