Bir yemek sonrası elinde çalı çırpı, çay için ateş yakmaya uğraşırken...
Gerilmiş yüzü ve kısılmış gözleriyle kanasının ucunda ufku tararken...
Bir çocuk saflığıyla “eee nasıl olacak ki bu ?” diye sorarken...
Fark edilmemesi imkansız bir gururu barındıran ses tonu ve yüzünde bir gülümseyişle, sıkılı yumruğunu “...gerillayız biz yaparız” diyerek havaya savururken...
Tıpkı Gazi’nin sokaklarında dolaşır gibi rahat dolaşırken Afrin’in dağlarında...
Kazandığı her satranç müsabakası sonrasında rakibine “hadii git kumda oyna” derken yüzüne oturan çocuksu sevinçte...
Ayışığı’nda sıcak çayını yudumlar gibi rahat yudumlarken çayını çömeldiğimiz kayalıklarda...
Bir veda vaktinde sanki bilirmiş gibi bir daha göremeyeceğini buğulu gözlerle ama sımsıkı sarılırken yoldaşına...
Tutuşurken Afrin, “orda olmalıyım” telaşıyla vuruşunda kendini yollara...
Ben bir savaşçının mutluluğu nasıl yarattığını gördüm.
Sinan’ı gördüm...
Savaşçı için öznesi olmadığı, dışsal koşulların var veya yok ettiği, sadece varılacak bir olgu değil, emek verdiği, değer kattığı yaşam eyleminin hak edilmiş bir sonucudur mutluluk. Bir eylemdir. Yaratılır ve yaşanır! Eylemiyle mutluluğu yaratır ve yaşar savaşçı. Hem de hiç bir şeyin, hiç kimsenin yaşayamayacağı boyutta yaşar. İşte bu yüzden mutlu olmak bahsinin dışında, savaşçının varabileceği, varması gereken yerdeydi Sinan. Savaşçıydı, yaratıcısıydı mutluluğun.
Öylesine bütünleşmişti ki devrim denen yolculukla, nerede olduğunun, hangi görevi yaptığının, hangi şartlarda bulunduğunun bir önemi yoktu. Sadece görevleri vardı, devrimin işleri. Eğer devrim, savaşçı bir derinlikle, boylu boyunca yaşamınızı kapsamışsa gerisinin ne önemi olabilirdi ki. Kavganın en önüne sevdalı olanların, ne bir yeri yurdu vardır ne de o güzel şiirde anlatıldığı gibi “aşktan başka bir sığınakları”... Kavganın sürdüğü her yer yurt, ezilenlerin her başkaldırısı aşktır onlar için. Bu yüzden, kavganın akışı içerisinde nerede olurlarsa olsun huzurlu ve rahattırlar. Artık yolda yürüyen tesadüfü bir yolcu değil yolun kendisi olurlar. Tıpkı yarattıklarıyla devrimin kendisine vücut vermeleri gibi tıpkı “Devrim Biziz Biz Devrimiz” cüretini yaşamlarıyla ispatladıkları gibi... İşte öyleydi bizim kara yağız, heybetli delikanlımız... İşte öyleydi Sinan...
Onu tanıdığımda bir kez daha inanmıştım güzele. Her şey daha kolay gelmişti. Karmakarışık görünen bir sürü konu, içinden çıkılmaz gibi gelen bir çok problem yok olup gitmemişti belki ama onu tanımak esas gücün ne olduğunu, güçlünün kim olduğunu hatırlatmıştı bir kez daha. Öyle uzun uzun cümlelerle karmakarışık tahlillerle falan konuşmamıştı. Sonsuz bir derinlik ve bilgece bir yalınlıkla “Gerillayız biz, yaparız!” demişti sadece... yetmişti. O bu cümlenin gücünün farkındaydı elbette. Başka hiç bir şeye ihtiyacı yoktu bu cümleden sonra çünkü bu sözü yüreğinden damıtarak dudaklarından döküyor, bu cümleyi aslında yaşamıyla kuruyordu. Tek bir cümleyle her şeyini atıyordu ortaya. Bu sözün sonrası yürümekti sadece. Yürüyordu... Öyle bir yürüyordu ki, hac yolundaki karınca olarak mı geçecekti tarihe, yoksa zafer anının görkemli geçidinin bir parçası mı olacaktı, umurunda değildi. Zafer çığlıkları atarak yoldaşlarla halaya durmakta olabilirdi bu yürüyüşün sonu ya da kalan son kurşunu sürüp namluya, o sıcak sevgiliyi dayayıp çenenin altına, gözünün önünden geçerken tek tek yoldaşların yüzleri, en sonu fısıldayıp “ya devrim ya ölüm” diye, tetiğe dokunmakta...
Öyle dememiş miydi Sibel... Dememiş miydi “Bir Leninistin devrim için yaşaması ile devrim için ölmesi arasında bir fark görmüyorum” diye. Önemli olan, asıl olan yürümekti işte... İnanarak, kararlıca, sadakatle ve yaratarak yürümek. Dünü geride bırakıp bugünü yürüyüşünde yaratabilmek...
Bir akşamüstü ellerimizde birer sigara Afrin’de bir tepeden uzaklara bakarken “Yapacağız biz bu işi di mi yoldaş?”demişti. “Yapacağız tabi, Gerillayız biz, hemi de Leninist” demiştim. Hoşuna gitmişti onu kendi sözüyle cevaplamam. Sadece mutlu bir gülümseyiş kondurmuştu yüzüne, başka söze gerek kalmamıştı. Aldıkları göreve başlamadan önce son mektubunu yazarken aynı gülümseyiş vardı yüzünde. “Tıpkı Denizler gibi” demişti. Öyle gururluydu öyle mutluydu ki bunu söylerken... Denizin yoldaşıydı işte, Denizlerin Partisinin savaşçısı! Hücre hücre yaşıyordu bunun mutluluğunu ve taşıyordu bulaştırıyordu karşısındakine. O an karşımda bir tarih vardı. Sinan değildi o sadece, karşımda THKO’dan TKEP/L’ye bütün devrimin tarihi vardı ve onda cisimleşmişti. Devrimin bugünüydü O ve yürüyordu. İşte o zaman anladım, O yürüyor diye, Sinanlarımız tükenmiyor diye yaşıyordu Devrim.
“O, konuşmaz yapardı” diyordu komutanı. “Ne zaman bir şey eksik olsa, eksikliğin olduğu yere yönelmiş görürdünüz Sinan’ı. Ne zaman birkaç gün ya da saatliğine cepheden geriye çeksem, hemen başlardı cepheye gidecem de cepheye gidecem diye. Amacına ulaşana kadar rahat bırakmazdı beni. Geride kalmayı yediremezdi kendine.”
“Söylemenin en iyi yolu yapmaktır” demişti ya Jose Marti... Söylemenin en iyi yolunun en yüce örnekleriyle ne çok şey söyledi bize Sinan... Ve yaparken yaratarak mutluluğu... ve bulaştırarak çevresine...
Önde, en öndeydi! Biz daha bunu söylemeden çoktan söylemişti Sinan. Biz sadece O’na, Sinan’a bakın dedik aslında... Rojava’da bir devrim boğulmak isteniyordu... Orada savaşçıydı Sinan. Silahlı mücadelede nitelik artmalıydı... Suikastçiydi Sinan. Ülkeye yönelik planlar yapıldı... Omzunda silahı en öndeydi Sinan. Afrin’de savaş patladı... Orada partinin tetiğe dokunan eliydi Sinan. Ne lazımsa O oldu, nerede lazımsa oradaydı! Ne yaptıysa mutluluğu da yarattı yaparken, nerede yaptıysa oraya da bulaştırdı...
Savaşçı olarak cüretinin yanında devrimci yaşantıdaki çalışkanlığı ve mütevaziliğiyle de önde, en öndeydi Sinan. “Bunca yıldır devrimcilik yapmaya çalışıyorum ben böyle birisini görmedim” diye anlatıyordu bir heval onu. “Yahu insan bir kere olsun demez mi, bu sefer de başkası demlesin çayı, şuraya da başkası gitsin, bu işe de başkası gönüllü olsun!” ...Demezdi Sinan. Tıpkı komutanının dediği gibi “o konuşmazdı yapardı...” Konuşmanın değil yapmanın zamanında yaşadığının farkındaydı çünkü. Bir öne çıkışla, yaratılacak bir örnekle ne zorlukların aşılacağını, yıkılmaz gibi görünen o engellerin tuzla buz olacağını, yıllanmış yetersiz şekillenişlerin nasılda bir günde parçalanılacağını ve bunu ancak “yapmanın” yaratacağını anlamıştı. O yüzden konuşmaz, yapardı!
Konuşmaz, yapardı Sinan!..
Sanki biraz fazla konuşuyoruz biz!
Sanki her birimizin kulağına eğilip, teker teker, “haydi yoldaş artık harekete geç! Mutluluğu yani kendi zaferini yaratmanın tek yolu bu!” diye fısıldıyor Sinan.
23 Aralık 2019
Abbas Gün