“Uykularınız kaçsın” diyordu kadınlar daha birkaç gün önce. Artık hiçbir şeye boyun eğmeyeceklerini, sessiz kalmayacaklarını haykırıyorlardı. Sermaye sınıfının, gericiliğin “uykularını kaçıran” kadınlar, katledilerek susturulmaya çalışılıyor.

Pandemiden bu yana neredeyse günde iki-üç kadının ölüm haberi gelir oldu. İşsiz bırakılan kadınlar evlerine kapatılıp yoksulluk içinde yaşama mahkum edildi. Hem evlerinde çalışıp hem evinin işleri hem okula-kreşe gidemeyen çocuklara bakıcı, dışarı belirli saatler arasında çıkabilen yaşlıların bakımı ile ilgilendiler. İşten çıkarmaları yasaklayıp günlük 39 tl ile “ücretsiz izin”le evlerine yolladıkları kadınları açlık ve yoksulluğa terk ettiler -ve bu hafta bu süreyi 2 ay daha uzattılar-.

Bugün yine kadınlar sokaklarda. Bir gün içinde üç kadın katledildi. Genç bir akademisyen olan Aylin Sözer, İstanbul'da evine gelen Kemal Delbe tarafından katledildi ve yakıldı. Polis yakaladığında ise “ilişkimiz vardı” dedi; bu sayede cezada ard arda indirim alacağının bilinciyle.

Malatya'da Selda Taş kocası Mehmet Taş tarafından ateşli silahla vurularak öldürüldü. Selda hastaneye kaldırılsa da hayatını kaybetti.

Antep Islahiye'de Uğur Dönmez, kavga ettiği annesi Vesile Dönmez’i ateşli silahla vurarak öldürdü... Aylin, Selda ve Vesile'nin katilleri gözaltına alındı. Sıcağı sıcağına tutuklanan katiller belki tutuklanacak ancak biliyoruz ki bu çok uzun sürmeyecek...

Aynı gün içinde “me too” çığlığının bu topraklardaki uzantısı halini alan “Uykularınız kaçsın” diyerek yaşadıkları tacizleri anlatan kadınlar adına 247 kadın bir bildiri yayınlıyordu. “Cinsel şiddetin hem bir suç hem de bir iş güvenliği meselesi olduğunu” söylüyordu kadınlar bu bildirilerinde.

Kadına yönelik saldırılar dediğimiz zaman, her şeyin iç içe geçtiğini görmemiz kaçınılmaz oluyor. “Me too” diyen sanatçı kadınların hemen ardından Japon işçi emekçi kadınlar “ku too” demişti. Cinsel obje olarak görülmelerinden kaynaklı “topuklu ayakkabı giymek zorunda” bırakılan kadınlar, bunun mobing olduğunu söylüyorlardı ve uzun saatlerce ayakta çalışan kadın işçilerin (satış elemanı, hostes, servis elemanı, garson, sekreter vs) bir de topuklu ayakkabı giymek zorunda bırakılarak hem çalışma koşullarının zorlaştırıldığını hem de sağlıklarının bozulduğunu, acı çekerek çalıştıklarını söyleyerek isyan etmişti.

Daha önce benzeri örnekleri ABD'de çalışan kadın işçilerin açtığı davalar ve başlattıkları kampanyalarda görmüştük. 10 saatten fazla ayakta çalışan kadın işçilerin “daha güzel”, “daha zarif” yani “kadın gibi”, aslında toplumda kullanıldığı şekliyle tanımlayalım, seksi görünebilmeleri için yüksek sivri topuklu ayakkabılarla çalışmaları isteniyor. Kadınların talebi ise daha az yorulmalarını sağlayacak ve sağlıklarını riske atmayacak rahat ortopedik ayakkabılar giymek istiyorlar. Kendileriyle aynı şartlarda çalışan erkekler için böyle bir şey söz konusu değil, ancak kadınlar çoğu zaman eve dönüp ayakkabılarını çıkardığında kanayan parmaklar ve üzerine basamayacak denli ağrılı ayaklarla karşı karşıya kalıyorlar. Bu da kısa bir dönemde bel ve sırt ağrılarına, anatomik bozukluklara yol açıyor.

Kadın ve kadınlara yönelik saldırılardan bahsetmişken, geçtiğimiz haftalarda gündemimizi sarsan “çıplak arama” tartışmalarına değinmeden geçemeyiz. “Yok öyle bir şey” denen her şey gibi, çıplak arama da “yoksulluk” kadar, “açlık” kadar toplumumuzun bir gerçeği. 12 Eylül'de ya da 90'larda kalmadı çıplak arama, tacizle-tecavüzle tehdit etme ve tecavüz etme... Onyıllar boyu değişmeyen gerçeklik. Gözaltılarda, cezaevlerinde “arama” bahanesi ile soyarak iradesini kırmaya çalışmak... Elbette bu saldırının sadece kadınlara yönelik olduğunu söylemeyeceğiz. Bir savaşımın iradeler üzerinde, bedenler üzerinde süregelen parçası...

“Kölenin kölesi, ezilenin ezileni” denilerek tanımlanmıştı kadın... Hem emek gücü sömürülen, hem cinselliği sömürülendir kadın. Ve gericilik kadını her yönden sömürmeyi kendine görev ediniyor. İşçi ve emekçi olarak emeğini her yönden sömürdüğü kadını, başlarının üzerinde sallanan demoklesin kılıcı ile yönetiyor. İşten atılma, işsiz kalma, taciz-tecavüze uğrama ve korkunç şekillerde öldürülme... Size çizilen sınırlardan bir adım dışarı atarsanız, size dayatılandan farklı giyinirseniz, farklı cinse yönelirseniz, biçilen geleneksel rolleri -anneliği, itaati, evliliği- reddederseniz, muktedir olan erkeklere “hayır” derseniz başınıza gelecekler bellidir. Silahla vurulmak, kafası ve uzuvları kesilmek, yakılmak, onlarca yerinden bıçaklanmak, asit atılmak, parçalarının varillere-bavullara doldurulması, yakılması... Bize çok da uzak olmayan bir coğrafyada taşlanması, köle edilip satılması... Hepsi biz kadınlara biçilen ceza.

Ama biz, bize biçilen rolleri kabul etmeyeceğimizi, eşit ve özgür bir yaşamdan aşağısını kabul etmeyeceğimizi çok önce söyledik. Sınırsız, sınıfsız bir dünyadan aşağısı değil bize yetecek olan. Dün, dünyanın öbür ucunda, Arjantinli kadınlar aylar öncesinde başladıkları kürtaj karşıtı yasanın kaldırılmasına dair başlattıkları mücadelelerini kazandılar. Bir yılda 40 binden fazla kadının -ki bunların 6 bini 10-19 yaş arası çocuk- merdivenaltı kliniklerde kürtaj olmak zorunda kalıyor ve yaşamlarını tehlikeye atıyordu. Yeşillere bürünen milyonlarca kadının meydanlardaki haykırışı sonuç verdi ve dünya kadınlarına umut ve zafer aşıladı.

Ülkemizde de pek çok yerde kadınlar katliamlara karşı sokaklardaydı. Kadıköy'de kadınlar, "Taşan sabrımız uykularınızı kaçıracak!" diyordu. Sadece 2020 yılında 419 kadın katledildi. Katillerinin akıbetini ve devletin tutumunu yeniden hatırlatmamıza bile gerek yok. Bir ülkede günde 3 kadın öldürülüyorsa, tüm toplum gerçeklere hakimdir.

Ne olursa olsun, kadınlar vazgeçmeyecek. Evde, sokakta, fabrikada, okulda, yaşamın her alanında yaşamak ve yaşatmak, bir kişi daha eksilmemek için mücadele etmeye devam edecek.