Bir deprem daha yaşadık, insanlığımızla sınandığımız, öfkeyle haykırdığımız... Elazığ ve Malatya’da 24 Ocak akşam saatlerinde ardı ardına 20 civarı deprem yaşadık en büyüğü 6.8 olan. Tamamı yıkılan Alevi köyleri de gördük, yerlebir olan apartmanlar da. En son açıklanan, 35 kişinin hayatını kaybettiği, 1600 kişinin de yaralı olduğu idi...
Deprem “geliyorum” demişti. Daha Ekim ayında uzmanlar Elazığ-Malatya hattındaki fayın kırılacağını açıklamış, haritalar yayınlamıştı. Birkaç gün önce Manisa merkezli 60 küsür deprem de Anadolu Fay Hattı’nın kırılmaya başladığının göstergesi olmuştu. Ama egemenler bilime yine kulak tıkamıştı. Tıpkı 3. Havalimanı konusunda bilim yerine rantı koyup şu an pişmanlık ile getirilmeye başlandığı gibi... Yok hayır hemen heyecanlanmayalım bilime kulak vermeye başlıyorlar diye. Kanal İstanbul konusu yine rantın akıl ve bilim karşısında galip geldiğinin bir örneği...
Felaket yaşanınca başta çevre iller olmak üzere halklar hızla organize oldu. Kapılarını depremzedelere açanlar, araçlarına battaniye-çadır yükleyip yola çıkanlar, ardından belirli gelirlerini depremzedelere bağışlayacağını söyleyen sanatçılar, sporcular, aydınlar...
Evet, devletin yetkili ağızlarından çıkan “devletten beklemeyin her şeyi” sözüne uygun davranıyordu herkes. Kızılay çıkıp “deprem için mesaj atın 10 lira bağışlayın” dediğinde, ilk anda herkes 99 Adapazarı depreminden itibaren toplanan onlarca milyar liralık verginin ne olduğunu, nereye kullanıldığını sormaya başlamıştı. Bu sorunun cevabını elbette soran herkes biliyordu. Yalı kiraları, lüks harcamalar, duble yollar, ödenen beş haneli maaşlar...
Elbette iktidar her zamanki bilindik tavrıyla, öfke saçarak yanıtladı bu en haklı soruları, haykırışları. “-Deprem öncesi önlemler nedir? Depremi durdurma şansımız var mı?”, “-Deprem Vergileri nerede? Sosyal medyayı soruşturacağız", “-Devlet depremzedelerle ne kadar ilgileniyor? Her şeyi devletten bekleme, vatandaş kendisi yapsın"...
Eyvallah, zaten kimse devletten beklemiyordu hiçbir şeyi. Herkes gücüne göre büyük bir hızla organize oldu. Kimi evinde birkaç aile ağırlayabileceğini söyledi, kimi oynadıkları maçta atılan basketler kadar bağış yaptı, kimi konser gelirini bağışladı, kimi günlük cirosunu, kimi battaniye-mont topladı, kimi maçta üzerinden çıkardığı taraftar giysilerini gönderdi...
Ancak yaşanan deprem, Van depreminde olduğu gibi, halkların şoven ve gerici yanlarını ortaya çıkarmadan da geçip gitmedi. O günlerde googleda en çok aratılanın “Elazığ Kürt mü?” sorusu olduğu kadar, depremin yıkıp geçtiği bölgelerde en çok oyu iktidarın aldığını araştırıp “müstehak” diyenler de sorgulattı insanlığımızı... Muhtaç olanla dayanışmak için ırk, din, dil, milliyet, siyasi görüş araştıranlar, her dönemde tarihin en karanlık sayfalarında yerlerini alacaklar.
Ve bir o kadar da, gelen yardımları kabul etmeyen, izin vermeyen güçler... 99 depreminde Yunanistan’ın kan bağışını kabul etmeyen zihniyet, bugün Elazığ’a HDP’nin yardım kamyonlarının girişine izin vermiyor.
Hemen her kurumu yozlaşan, çürüyen, skandallarla sarsılan ve güven yitiren sistem, halkları hala aynı şekilde yönetebileceğine inanıyor. Ülkenin en güvenilir kurumlarından olan Kızılay’ın adının karıştığı skandalları, bağışlanan kanların, paraların nerelere harcandığını herkes açık venet şekilde görüyor. Deprem vergilerini “beter, berbat, ahlaksızca” paylaşımlar yapmamak adına hiç saymıyoruz zaten. Tüm bunlar olmamışçasına, yaşanmamışçasına kendilerine güven duyulmasını beklemek ise tamamen abesle iştigal.
Yaşanan bir doğal afette daha üzerine düşen hiç bir sorumluluğu yerine getirmeyen devlet, tüm kurumlarıyla, bunu sorgulayanlara karşı saldırıya geçerken, birşeyler yapmaya çalışan, destek olmaya çalışanlara da engel olabilmek için de ayrı bir çaba sarfediyor. Kampüsü yıkılmış çatlamış üniversite sınav yapmaya kalkıyor, yurdu yıkılan öğrenciler bunu duyurdukları için tehdit ediliyor. Elazığ Valiliği, tüm köy muhtarlarını tek tek arayarak “AFAD dışında yapılan yardımları kabul etmemeleri” talimatı veriyor. Diğer taraftan gelen yardımların da yandaşlara dağıtıldığı haberleri... Önemli olan insanların hayatta kalması değil, dayanışmanın önüne geçmek ve siyasi hesaplaşmalar...
Yaşanan böylesi bir felaket sonrası Türkiye ve Kürdistan işçi ve emekçi halklarının ilk refleksi yardımlaşma ve dayanışma oldu. Gücümüzün her şeye yetmeyeceğini ve geçici olacağını bile bile... Kalıcı olan ise, tüm öfkemizi, konunun doğrudan muhatabı olan sisteme yöneltmek. Acılarımız karşısında sessiz kalan, hiç bir derdimize çözüm olmayan, aksine derinleştiren, bizleri birbirimize düşüren sistemi alaşağı etmek...
Evet, her şeyi devletten beklemeyeceğiz. Nasıl bugün bir felaket karşısında birleşip elbirliği ile yaşamı yeniden inşaa ediyorsak, kanımızla beslenen asalakları sırtımızdan atıp, her şeyin “biz” olduğumuz, her şeyin “insan” olduğu sistemi inşaa edeceğiz, daha fazla felaket yaşanmadan...